30 Ağustos 2010 Pazartesi

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Günümüzde yalnızlık sürekli kaçındığımız birşey.
Birey içinde ne kadar kendini yalnız hissederse o kadar çok sosyalleşmeye başlıyor. Sürekli bir koşuşturma ve hengame içindeyiz. Gün içinde binlerce insanla karşılaşıyoruz. İşe giderken, eve dönerken, otobüste, iş yerinde, yollarda sürekli birileri ile beraberiz. Bu da yetmezmiş gibi tatil olduğunda yine kendimizi kalabalık yerlere atmaya çalışıyoruz. Sokaklar, cafeler ,sinemalar. Ama bu içimizdeki yalnızlık canavarını bir türlü alt edemiyor çünkü o kalabalıkla besleniyor.
Kalabalık insanları daha da çok yalnızlaştırıyor. Küçük kasabalarda, küçük şehirlerde, küçük işyerlerinde insanlar daha mutlu. Çünkü yalnız değiller, kimse yabancı değil... Kalabalık yalnızlığı özlemek için vardır. Ki yalnızlık korkulacak bir canavarın aksine insanları birbileri ile iletişime zorlayan bir olgu.
Ne kadar yalnızsak çevremiz o kadar kalabalık. İçimizde ne kadar kalabalıksak o kadar yalnızız. Kafasında konuşan bir sürü düşünce olan insan başkalırına ihtiyaç duymaz.
Onların sesinden o kadar yorulmuştur ki başkalarını dinleyemez.
Onun kafasında her bir kişiliği ayrı bir sesten konuşur. Hepsinin yapmak istediği şey, gitmek istediği yer, farklı; olmak istediği durum değişiktir. Hiçbiri birbiriyle anlaşamaz. Her biri kendi istediği olsun ister. Kafasının içi, sürekli herkesin kendi kendine monolog yaptığı bir tiyatro sahnesi gibidir. O da oyunu bir türlü toparlayamayan, oyuncuların aldırış etmediği kendi oyununu yönetmekten aciz bir yönetmen.....
Yalnız insan bu kadar kişi ile uğraşırken, başkaları ile olmaya fırsat bulamaz. Yalnızlık güzeldir. İnsanın özlemeye fırsatı olur. Telefonun çalması bile onu heycanlandırır. Tüm bu kargaşanın içinde bunların değerini unutuyoruz. Yalnızken; en azından oyun yönetmekten aciz bir yönetmenken...
Bu kalabalığın içinde başkalarının oyununda figüran olmaktan öteye gidemiyoruz. Tek söylebildiğimiz şey; böyle olmamalıydı... Gülen bir insan görmek okadar zor ki. Konuşmaların hepsi öylesine sadece vakit geçirmek için. Belli bir zamanımız var. Bir yere gideceğiz biliyoruz ama ne zaman nereye ve nasıl olduğu konusunda hiç bir fikrimiz yok . Koca bir gezegenin ortasına bize benzeyen bir sürü şeyin ortasına bırakılmış gibiyiz. Nerden geldik? Nasıl geldik?.. Kendimizle ilgili ,hiçbirşeyden haberimiz yok. Sadece çıkarımlarda bulunmaktan öteye gidemiyoruz.
Tüm hayatımız tahminler üzerine kurulu. Tanrı var olabilir. Cennete gidebilirim. Yaşlanana kadar yaşayabilirim ama yarın da ölebilirim. Tüm bu bilinmemezlikler içinde hala yaşamayı sürdürebiliyoruz. peki bunu sağlayan ne?
Tahmin ettiklerimizin gerçek olabilme ihtimali. Umut..... Pandoranın kutusunda kalan son kötülük. İnsanların, milyonlarca yıldır hayatını harcadığı şey. İnsanlığın en temel sorunlarından biride bilinmezlik. Bilinmezlik bizi hem hayata hem ölüme itiyor. Bilinmemezliğin korkusu ve insanlarda uyandırdığı merak duygusu. insan hayatında ki temel ironi....Bunların sonucunda da herşeyin iyi olacağına dair içimize yerleşen umut. ve sürekli olarak gerçekleşmeyen istekler. Bize küçük mutluluklarla yetinmemiz gerektiği öğretiliyor. Çünkü büyük mutluluk diye bir şey yok. Mutluluk uyuşturucu gibi bir şey hep bir kere hissettikten sonra, yine hissemek için türlü yollara başvuruyoruz. Yalnız her defasında hissedilen hep bir öncekinden daha az oluyor.
En sonun da mutlluğun peşinden koşmayı bırakıp acıyı hissetmemek için didinip duruyoruz tek istediğimiz acısız bir hayat oluyor. En sonunda mutluluk bizi dibe doğru sürekliyor. Tıpkı uyuşturucu gibi sürekli onun hayalinin peşinde koşarak hayatımızı bu koşuşturmaya mahkum ediyoruz.
Bir film izlemiştim. Uzakdoğu filmi..İnsanlar öldükten sonra bir yerlde toplanıyordu. Hastane gibi bir yer. Bir devlet kurumuna benziyor. İnsanlarla tek tek görüşülüp onlara;öldükleri, buranın sadece bir geçiş bölgesi olduğu bildiriliyor. Burada çalışanlar,insanlara; tüm hayatlarını düşünüp.
Geçekten mutlu oldukları bir an varsa o an’ı kendilerine söylemelerini istiyorlardı. Bunu eğer onlara söylebilirlerse sonsuza kadar bu anın içinde o mutlulukla yaşayacaklardı. Filmin kahramanları ve orada çalışanlarda dahil olmak üzere hayatlarından bu an'ı seçmeye çalışıyorlardı.
Ben de hep kendi kendime düşündüm. Sonsuza kadar bir an yaşamak istesem; gerçekten mutlu olduğum bir an yaşamak istesem bu ne olurdu diye... Şimdi düşündüğümde aklıma gelen başka bir an yok. O an da ise tek başımaydım... Yalnızdım. sürekli düşünüyorum ama başka bir zaman gelmiyor aklıma. Sadece o an gerçekten varolmaktan dolayı içimde büyük bir huzur mutluluk ve varolmamı sağlayan şey ne ise ona karşı büyük bir şükran duydum. 30 yaşında olduğum düşünülürse bu sadece bir dk süren bir zamandı. 30 yılın içinde sadece 1 dk. Bundan sonra tek bir soru geldi aklıma; bu 1dk için gerçekten yaşamaya değer mi? Sonsuza kadar bu anı hissetmek istiyorsam ve gerçekten mutlu olduğum zamanda yalnızsam. Milyonlarca insanın arasında yaşamamın anlamı ne?... Ve o umut içime yerleşti. Yine kendini öyle hissedebilme umudu. Bu kanserli bir hücre gibi insanın benliğine yayılıyor. Bir kere başladı mı geri dönüşü yok....
Bazı zamanlarda ise yanımızda biri olsun istiyoruz. Tüm bunlara tek başımıza göğüs geremediğimiz bizimle hayatın dalga geçmesinden, şekeri bir gösterip geri çekmesinden sıkıldığımız zamanlar oluyor. Diyoruz ki o şekeri belki; birimiz hayatı tutup, diğeri alabilir; ya da canımız sıkılmaz yanımızda bu zamanı geçeribilceğimiz birileri olur. Şikayet edebileceğimiz, gülebileceğimiz birileri.....
Bazen de kimse bizle dalga geçildiğini, acizliğimizi, görsün istemiyoruz. Ya da bu gerçeği kavrayıp mutluluk peşinde koşmanın anlamsızlığını kavrıyoruz. O gelecekse zaten geliyor. O zaman işte gerçek yalnızlığımıza kaçıyoruz. Kendimize..... Asıl mutluluk burda... Yalnızkende mutluysan; herzaman mutlu olabilirsin.....
Başkasına ihtiyacın yokken de mutlu olabiliyorsan. O senin ihtiyacın olmadığı halde de yanındaysa vaktin güzel geçebilir. Koşmaktan yorulmazsınız. Şekerin anlık mutluluğunu önemsemezsiniz. Huzurun mutluğuna kavuşursunuz ki . Hayatta en önemlisi, yalnızda olsan kalablıkta, sadece huzurdur.... Seneca'nın da dediği gibi hayatın kendisi aslında güzel onu çekilmez hale getiren biz insanlarız. Kendimize ve birbirimize sınırlar, kıskançlıklar koyuyoruz, sürekli bir ego tatmini peşindeyiz. Komplekslerimiz yüzünden kendimizi olduğu kadar çevremizi de mutsuz ediyoruz.
Yaşamdan zevk almaya bakıp, ufkumuza sınır koymadan, özgür düşünerek, başkalarınında özgürlüğünü göz ardı etmeden tabi ki ....Bizi etkileyen tüm bu etmenlerden sıyrılıp yaşamın kendisine ve kendi doğamıza baktığımızda gerçek mutluluğu yakalabiliriz. Kendi mutsuzluklarımızın, sahip olamadıklarımızın hırsını başkasından çıkarmamaya başlayınca Varolmanın dayanılmaz hafifliği tüm benliğimizi kaplayacaktır....

yazan: Hande Sönmez

1 yorum:

  1. Yazını çok beğendim, çok güzel olmuş. Kafada konuşan bir sürü düşünceler hakkındaki tespitlerine katılmamak elde değil doğrusu.

    O izlediğin filmin ismi After Life.
    http://www.imdb.com/title/tt0165078/
    Ne acayip filmdi öyle ya.

    Mevzu anılarsa eğer,

    Andre Gide demiş ki: Anılar mutsuzluğun icat ettiği şeylerdir.

    En güzel anılar insanın en mutsuz anında icat ettiği şeyler olabilir.
    Fazla takılmamak lazım kanımca. Yoksa takılınca böyle oluyor :P

    http://www.youtube.com/watch?v=jNFrLosD4jQ

    Dilaver

    YanıtlaSil