22 Eylül 2010 Çarşamba

TÜKÜRDÜĞÜNÜ YALAYAN DÜNYA DIŞI VARLIKLAR

                 Benim gerçekten anlamadığım bir konu var. Ne yaparsam yapayım şimdiki tabirle ele alacak olursak bir türlü kafam basmıyor. Biraz argo bir tabir oldu ama idrak edemiyorum. “ Bakacağın yüze tükürme, tükürdüğün yüze de bakma”, diye bir sözle,  "tükürdüğünü yalamak" diye bir deyim vardır. Bende atasözümüzle deyimi birleştirerek "Bakacağın yüze tükürme,tükürdüğün yüzü yalama" olarak değiştiriyorum.
Ne güzel söylemişler atalarımız,ama şimdi durum çok farklı.Bu sözleri unutmuş gibiyiz. Peki ne gibi sebepler bizi bu sözü unutmaya itiyor? Gurur dediğimiz kavram neden çok gerilerde kaldı? Neden çıkarlarımız için birbirimiz ile dostluk kurup, çıkarlarımız ters düşünce dostluğumuzu bitirmekten hiç çekinmiyoruz. Sonra tekrar çıkarlarımız söz konusu olunca dostluklarımız kaldığı yerden devam ediyor. 
               Nasıl bir gezegende yaşıyoruz? Böyle bir gezegende var olmak sizi memnun ediyor mu? Açıkçası beni etmiyor. Tabii ki karşılıklı ilişkilerde ortak çıkarlar söz konusu ama bu çıkarlar herkesin yararına olmalı. Soyut kavramlar için olmalı. Sevmek ya da sevilmek gibi. Bundan ötesini, gerisini   yada her ne ise onu reddediyorum. İş yaşamına çıkarları sokuyoruz. Bu gayet mantıklı ama arkadaş ilişkilerimizde, eş seçerken neden çıkar söz konusu oluyor? Birini sırf fikirleriniz, zevkleriniz uyuşuyor, birlikte vakit geçirmekten zevk alıyorsunuz, birbirinizden öğreneceğiniz şeyler var olduğu için  arkadaş olarak seçmek gerekmiyor mu? Sakin birisinizdir, karşınızdakinin neşesi size zevk veriyordur, Belki de fazla uçarısınızdır, arkadaşınızın dinginliği sizi dengeliyordur. Amaç çıkar değil; denge olmalıdır derim ben. Demek ki bu kişilerin ortak yönü de iki yüzlülük. "İkiyüzlülük" hiç kimse heralde kendini bu şekilde betimlemez ama maalesef öylesiniz. Birinin sırf parasına ihtiyacınız olduğu için onla görüşürsünüz. Zengindir çevresini kullanırsınız. Sadece dışarı çıkıp bir cafe'de size kahve ısmarlıyor diye bile biriyle arkadaşlık edersiniz. Yemeğe çıktığınızda hesabı ödetmek size kar gibi gelir. Bir hesapla, ne kimse zengin ne de fakir olur. Ama siz "küçülmüş " olursunuz. Güzel diye birini arkadaş olarak seçersiniz, kendiniz çünkü silik bir tipsinizdir onun arkadaşları ile görüşür çevresini kullanırsınız ama siz güzel olamazsınız. Dediğim gibi sadece Wilhelm Reich'in dediği gibi "küçük adam" olursunuz. Bıyık altından gülerler size . Çok yazık... Bunun gibi pek çok konu daha var. Bunlar en küçükleri çünkü bu küçücük çıkarlar yüzünden bile dolandırıcı,yalancı,yada çok afedersiniz basit diye tabir ettiğiniz kişilerden oluşan şeçkin bir çevreniz olur. Alkışlıyorum sizi... Sizin gibi arkadaşlarım olacağına ölene kadar odamda yapayalnız, bilgisayarım başımda oturmayı tercih ederim.Tabi sizin için benim dediklerim ne kadar önemlidir onu  da bilemem. 
             Bir arkadaşlıkta önemli olan tek şey dengedir. Dengeyi oturtacağımız arkadaşlıklar sağlam olur. Kalabalık bir gezegen burası.  Kahrolası sanayi devrimi zaten insanları birbirinden yeterince uzaklaştırdı. Artan nüfus, işsizlik,geçim sıkıntısı ya da zenginlik... İnsan ilişkilerini yeterince zedeledi. Neden daha fazlasına izin veriyoruz?  Yaptığınız bu seçimler tabiî ki sizi ilgilendirir. Maalesef her koyun kendi bacağından asılmıyor. Her bireyin yaptığı davranışlar, hareketler, sözler toplumu etkiliyor. Bulaşıcı bir virüs gibi dağılıyor. Sizin vereceğiniz tek bir karar, bir çok insanın hayatını değiştiriyor. Siz çıkar için bir arkadaşlık kurdunuz diyelim ki; bunu gören bir diğer çıkarcı insanın sizin kurduğunuz dostluk işine geldi oda size katıldı. Sizi gören ve bilen diğerleri oldu, bir diğeri,bir diğeri daha… Bu kişiler size katılmasalar bile, başlangıçta ilişkiniz onları rahatsız etse de, daha sonraları çıkarcılığınız kabul gören bir davranış oluyor. Başta gördüğümüz kınadığımız şeylere alışıyoruz. Bazıları sizi görüp örnek alıyor diğerleri kınama ile bakıyor ve göz göre göre gönül alışıyor ve etraf bir sürü aşağılık ve alçakça davranışlara göz yuman kimselerle doluyor. Neden gönülleri buna alıştırıyorsunuz. Diyeceksiniz ki Herkes kendinin dürüst ve güvenilir olduğunu iddia ediyor. Sen neden farklı olduğunu düşünüyorsun? bizi kötüleyerek kendini mi iyi gösteriyorsun? Şimdi bu yazıyı okuyanlar da kendini çıkarcıların dışında tutacak.  Bende bu iddiadayım,siz de.Fakat neye göre ? Kime göre?
          Neyse bende bu dünyadaki herkesi yazdığım konudan tenzih ediyorum tabi ki siz böyle kişiler olamazsınız. Dünyada böyle insanlar asla var olmadı olmayacak. Sözüm bu dünyadan dışarı başka dünya ya onlar kendilerini biliyor yada siz onların zaten kim olduklarını biliyorsunuz. Onlar aramızda :)) "Uzaylılar" evet biz iyi insanları çıkarcılağa sevk etmek için başka bir gezegnden dünyaya gönderildiler.Görünümlerini bize benzettiler. Bende bu yazıyı tesadüf eseri Nasa da çalışan bir arkadaşımın, bir uzaylının günlüğünden derlediği notları karıştırırken buldum. Bu uzaylı günlüğünü koruyucu bir tüpte dünyaya göndermiş ve günlüğün sonuna bir not eklemiş: "dünya' ya da geldiler". Kendi gezegenleri bu sebeple yok olmuş ve gezegenlerinden bazı kötü niyetli kişiler dünyadaymış. Bu kişiler; işe küçük çıkarlarla başlamışlar, sonra iyi pozisyonlara geldiklerinde daha büyük çıkarlar için gezegenlerini,insanlarını satmışlar.Günlüğü gönderen kişi notunun sonuna bir temenni de eklemiş; "Umarım çok geç olmamıştır". Arkadaşımda bende bu temenniye çok güldük. Dediğim gibi bu dünyada asla böyle kişiler var olmadı. Biz onların masallarındaki mutlu gezegeniz.


Yazan: Hande Sönmez

20 Eylül 2010 Pazartesi

SİYAH VE BEYAZ FARELER-PATLAMIŞ MISIR VE KOLA


Bir düzlükte karşısına öfkeli bir hayvan çıkan bir yolcuya dair nicedir anlatılan bir Doğu meseli vardır. Hayvandan kaçan adam kurumuş bir kuyunun içine girer, ama aşağı baktığında kuyunun dibinde ağzını açmış kendisini yutmaya hazırlanan bir ejderha görür. Talihsiz adam öfkeli hayvan tarafından öldürülmekten korkusuyla ne kuyudan dışarı çıkabildiği, ne de ejderha tarafından yenilmekten korkusu nedeniyle kuyunun dibine inebildiğinden, kuyunun içindeki bir çatlaktaki bir dalı yakalar ve ona tutunur. Ellerinde gitgide güç kalmamakta, o da az sonra kendisini yukarıda ve aşağıda bekleyen ölüme boyun eğmek zorunda kalacağını düşünmekte, ama gene de dala sıkı sıkıya tutunmaya devam etmektedir. Derken iki fare görür. Bir siyah bir de beyaz fare. Fareler sürekli onun tutunduğu dalın üzerinde gezinmekte ve dalı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak ve adam da ejderhanın ağzının içine düşecektir. Yolcu bunu görür ve ölümden kurtuluş olmadığım anlar. Dala tutunmaya devam etmekte, ama aynı zamanda etrafına da bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bal damlalarına diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar. Ben de aynı şekilde hayatın dalına tutunmuştum, biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu, ondan kaçış yoktu ve o beni paramparça edecekti. Böylesi bir işkencenin içine neden düştüğümü anlayamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum, ama o bal bana artık bir tat vermiyordu ve o siyah-beyaz, gece-gündüz fareleri benim tutunduğum dalı kemirmeye devam ediyorlardı. Ejderhayı apaçık bir şekilde görebiliyordum ve baldan da artık bir tat alamaz olmuştum. Sadece, kendisinden kaçış olmayan o ejderhayı ve de fareleri görüyor, onlara odaklanmış olan bakışlarımı bir başka yana çeviremiyordum. Ve bu bir mesel de değil, herkesçe anlaşılabilecek, o çürütülemeyecek hakikatin ta kendisidir .
 TOLSTOY. İTİRAFLARIM

HANDE.PATLAMIŞ MISIR VE KOLA
Bu hikayeyi okumayı da anlatmayı da oldum olası sevmişimdir. Hepimizin hayatta ne yapacağını bilmediği durumlar, bir şeyler yapsa bile artık ona hiçbir şeyin zevk vermediği anlar vardır. Hepimiz en az bir kez aklımızdan ölme fikrini geçirmişizdir. Ama gariptir ki ölmekten ölesiye korkarız. :)
Biz yaşamak için var olduk ve yaşamak istiyoruz. Ama hiçbir şey hayalini kurduğumuz gibi olmuyor. Bu yazdığınız bir kitabı sinemada izlemek gibi birşey. Asla sizin tasarladığınız gibi olmuyor ama siz yinede izlemeye devam ediyorsunuz. Sizin tasarınız olduğu için hayatınıza sahip çıkıyorsunuz. Beklide amacınız sadece para kazanmaktır. Tasarladığınız şeyin nasıl yansıtıldığı sizin için önemli değil . Ya da eğlence. Beklide sadece nasıl olacağını merak ettiniz. İnsanların ne düşündüğü de sizin için önemli olabilir. Hayatınızı alkışlayacaklar mı? Yuhalayacaklar mı? Filme lanet edip mi çıkacaklar bunu görmek istiyorsunuz. Bu hikâyedeki balı yalamak, hayatınızın filmini izlerken patlamış mısır yemek gibi bir şey. Muhakkak yanında tat verecek bir şeylerin olması şart. Mesela kola gibi. Ama her güzel şey gibi onun da istenmeyen bir sürü etkisi vardır. Bir kere şişmanlatır, bolca şeker ve asit barındırır, sonra meyan kökü ve fareler ile ilgili bir çok hikaye vardır. Siyah ve beyaz fareler, burada da karşımıza çıkıyor. Hyatımızın her anında olduğu gibi. Yani sana güzel gelen ve tat veren şey sonunda fazla kaçırırsan, nasıl içileceğini bilmezsen sana zarar verir. Hayat size gaz ve şişkinlik yapabilir, güzel şeylere susatabilir. Alacak paranız olmazsa yada istediğniz şeyden kalmadıysa, herkes sizden önce davrandıysa elde edememek sizi mutsuz edebilir. Patlamış mısırınızın yanında içecek bir şey yok. Su bile alamadınız. İşte Kendi hayatınızın tuzu da ilk önce zevk verse de daha sonra dayanılmaz hale de gelebilir. Sonuçta mısır tuzsuz,kola da şekersiz olmaz. Belki mısırınız paylaşacak bir aileniz olur ya da eşiniz, sevgiliniz. Beklide yapayalnız olursunuz. Belki böylesi hoşunuza gider ya da gitmez. Neyse konuyu daha fazla karıştırıp içinden çıkılmaz hale getirmeyelim. Eminim ki Tolstoy’un bu yorumu okuduktan sonra kemikleri sızlayacaktır. Ama amacım size sadece biraz bal sunmaktı. Size dokunacak bir hikaye okudunuz yanında biraz benim WordCoke’umdan için . Bal da patlamış mısır da güzeldir, yemesi zevklidir ama hayatınızın ve izlediğiniz filmin konusuna bağlı. Umarım alkışlanacak bir hayatınız olur. Yada olmasa da biliyorsunuz ki kör her zaman öldüğünde badem gözlü olacak. Hepinizin badem gözlerinden öperim.

14 Eylül 2010 Salı

BAĞIMSIZ KELİMELER CUMHURİYETİ

—Anlıyorum dedi. Ama bir şey anladığı yoktu. Dinlemiyordu bile karşısındakinin söylediklerini. Gözleri hiçbir şey görmüyordu yüzündeki ciddi ve düşünceli ifadeyi görenler pür dikkat kesilmiş dinliyor zannederlerdi. Artık her anı böyle geçer olmuştu. Ustalaşmıştı bu işte . Yeni hiçbir şey yoktu zaten. Herkes, hemen hemen aynı şeyi konuşuyordu. Sadece anlatmak istiyorlardı. Anlatmak,anlatmak, anlatmak… Karşılarındakinin onları dinleyip dinlemediği önemli bile değildi. Anlamsız hayatlarını anlatacak biri olsun yeterdi. O da, onların biçilmiş kaftanları, ağlama duvarlarıydı. Belki de dünyaya geliş amacım budur dedi kendi kendine. Bir anda gözünde bir görüntü belirdi. Çizgi filmlerdeki gibi kafasının üstünde parlayan bir halka, ışık saçarak bir koltukta oturuyordu. Adeta bir tanrıça gibiydi “dinleme tanrıçası” Önünde bir uzanma koltuğu vardı. Gözünde gözlükler, başında hale, elinde bir not defteri . İnsanlar sırada anlatabilmek için bekliyorlardı. Önünde uzayan insan kuyruğu uçsuz bucaksızdı. Tüm insanların üstünde “arkadaş” yazılı tişörtler vardı. Sırası gelen önündeki uzanma koltuğuna oturup dertlerini anlatıyorlardı.
İstemsiz bir kahkaha attı birden. Arkadaşı hiç istifini bozmadan anlatmaya devam etti.”evet başıma gelenler trajikomik bir durum gülmekte haklısın şekerim” diyordu. Yine tam yerinde gülmüştü. Bu onun doğal yeteneğiydi, dinlemek ve yerinde tepkiler vermek için doğmuştu. Kendini böyle yalnız hissetmiyordu. Onlarda içlerini döküp rahatlıyordu. Bir çeşit alış veriş işte. Herkes durumdan yapay olsa da memnundu. Saatine baktı.
-“ Vakit nasıl geçti anlamadım. Artık gitsem iyi olur. Evde yetiştirmem gereken bir sürü iş beni bekliyor.” Dedi. Karşısındaki ses çıkarmadı.
- “gitmem gerekmiş. Nereye gideceğim hepsi bahane evde yapacak tek ir iş bile yok.” Omuz silkip yürümeye başladı.
İnsanlara açlığının nedeni neydi? Ne kadar kalabalık olursa olsun onu doyurmuyordu. Kalabalıkta tek düşündüğü şey ise; yalnız kalmak istediğiydi. Yalnız kalmayı istemek için insanların arasında durmaya kendini zorluyordu. Kendi istemeliydi yalnız olmayı. Yalnız olduğu için yalnız kalmak istemiyordu. Uzun süre yürüdü bu yüzden sokaklarda. Eve gidince onu neyin beklediğini biliyordu. Derin bir sessizlik, kafada çırpınan, hiçbiri bir yere varamayan sefil düşünceler. Sokaklar tanıdık gelmeye başlamıştı. Eve yaklaşmış olmalıydı. Ne yaparsa yapsın, kafası nerede olursa olsun, bütün sokaklar bir şekilde onu eve çıkarıyordu. Nasıl eve geldiğini hiçbir zaman hatırlamazdı. Eve gitmeyi aklına getirmesi yeterliydi. Ayakları onu bir şekilde eve ulaştırırdı. Dorothy 'nin kırmızı ayakkabıları gibi.”evim evim güzel evim! Pufff evdesin.”
Çantasından anahtarları çıkarıp kapıyı açtı. Şu kapıda kendi kendine açılsaydı ne güzel olurdu. İçeri girip ışığı açtığında gözleri kamaşmıştı. Kendini koltuğun üzerine atıp kumandayla radyoyu açıp bakışlarını tavana dikti. Saatler birbirini kovalıyordu. Tavana bakıp sigara tüttürmek dünyanın en güzel şeyi; olmalıydı. Derin bir oh çekti. Hayatta bundan daha huzur verici ne olurdu diye düşündü. Düşünmek istemiyordu biliyordu ne olduğunu. Bu düşünceyi hızla kafasından uzaklaştırdı. Sigarasından bir nefes çekip yerinde doğruldu. “Üstümü çıkarsam iyi olur” dedi. Diyordu gerçekten. Kendi kendine konuşurdu sürekli. Kıyafetleri kırışmasa onları da çıkarmazdı ya. “.ooofff  en iyisi sıcak bir duş alayım. Biri  gelip beni yıkasa, giydirse, yatağıma yatırsa  çok iyi olurdu.” Anne dünyadaki en güzel şey olmalı diye düşündü.  Yapay Zeka'daki robot çocuk gibi hissetti kendini. O da beklerdi annesini heralde yüzyıllarca. Bir uzaylı gelip anne figürünü zihnine ekleyene, onu hayallerde bir günde olsa yaşatana kadar beklerdi.
-“Küçükken bilgisayar programları ile keşke daha fazla ilgilenseydim.Yazılımlarla hayatın ne farkı var ki. Önemli olan hissetmek.”
 Kendini duş almış yatakta yatıyor buldu. Nasıl hızlı oluyordu bu kadar her şey? Nasıl bu kadar kendini kaybedebiliyordu, bu önemsiz işleri yaparken? Düşünmek nasıl kendinden geçiriyordu onu her şeyi fark etmeden yapıyordu. Bir japon atasözü der ki; Yaptığı işi en iyi yapanlar fark etmeden yapanlarmış.
-“Demek ki yaptığım her işi en iyi iş.” dedi.
Gözleri ağırlaştı yavaşça . Karşı koyamadı uykuya. Rüyasında çimlere uzanmış masmavi gökyüzünün altında yatıyordu. Huzur… İliklerine kadar hissediyordu. Ağzında bir saman çöpü, havayı derin derin içine çekti. Keşke hayat hep böyle olsaydı hep böyle hissetteydi. O an için tek düşündüğü buydu. Yüzüne yağmur damlaları serpiştirmeye başladı. Hiç kıpırdamadı yerinden. Gözleri önünde damlalar baloncuklara, baloncuklar şekillere dönüşmeye başladı. Şekillerden hayvanlar oluşuyordu. Ağzındaki çöp yere düştü. Yerinden doğruldu. Etrafta canlılar geziniyordu. Yağmur bitmişti. Demek böyle oluştu her diye düşündü rüyasında.
 Uyandı. “Güneş, odam, yerde kül tablası.” Gördüğü şeyleri zihninde kelimelere dökerken, onlara zaman tanırdı. Güneş dedikten sonra birkaç saniye güneşten başka hiçbir şey düşünmezdi. Sadece güneş olurdu zihninde. Sıcaklığını hissederdi içinde, enerjisini güneşle ilgili her şeyin içine işlemesine izin verirdi. Odam dediği zaman sadece odası olurdu tüm varlığında. Önemliydi görüntüler ve onlara verdiğimiz isimler, hayat buydu ve var olan her nesneye, her kavrama saygı gösterilmeliydi.
Yatağında huzursuzca kıpırdandı. “Kalkmaliyim. Kalkmalıyım.” diye düşündü. İlk defa iki kere tekrarlamak zorunda kaldı. Giyindi yavaş yavaş üstünü. Saat 07:00 olmuştu .. Kapıyı kilitleyip çıktı evden. İş yerine geldi. Yolu yine anlamamıştı. Sabah banklara oturdu çayını yudumlamaya başladı ve sigarasını yaktı. Bu saatte kimse olmazdı buralarda yapayalnızdı. Bahçeye çıktıkları kapı, yavaş yavaş açılıp kapanmaya başladı. İnsanlar, merhabalar, nasılsınlar,iyi misinler, hepsi sinir bozucuydu. Birden uzun bir boşluktan yere çakılmış gibi hisseti kendini. İyimiydi? Kendisine uykulu gözle bakan suratlara cevap verdi. --“İyiyim ama uykum var” dedi. İçinden “iyi değilim” diye düşündü. Hiçbir zamanda iyi olamayacağını biliyordu. Yıllar geçip gidiyordu. Şimdilik gençti ama yaşlanıyordu. Muhakkak yaşlanıp, buruşup, kırışacaktı. Hareketleri zorlaşacak ve hiçbir işini yardım almadan yapamaz duruma gelecekti. Yaşlı insanlar canını acıtıyordu. Dayanamıyordu onlara ve onlar gibi olmak istemiyordu. Gençliğinin kıymetini sonradan anlayanlardan değildi genç olmak onun tek mutluluğuydu. Yanındaki saksıdan toprağa dokundu.Yumuşak. Dağılıyor. Çiçek. Yapraklar. Yine her birini tek tek canlandırdı zihninde. İçine işlemesine izin verdi kelimelerin. Sanki fondan bir ses kısa aralıklarla düşünmesine hissetmesine olanak vererek, sırasıyla okuyordu elindeki metni ona. Ellerine baktı; “ Bende belki  bir gün bende yaprak olup, toprağa dökülür, besin olurum. Toprakta bir kurt beni yer, kurdu biri alıp balıklara yem yapar. Bir balık o yemi yiyip oltaya takılır. Bir insan o balığı pişirip yer.  İnsan balığı yediğinde bende tekrar insan olur muyum? yoksa insanın hücrelerine besin mi olurum? Bu da bir şey en azından!” dedi. Akşam olduğunda doğruca yine evine gitti. Yatağında uzanmış uykusunun gelmesini bekliyordu.
Zaman akıyordu. Dali’nin tablosundaki gibi. Uyusa da akıyordu, uyumasa da. Kendini haline bırakmalıydı zamanı, kafa yormamalıydı. O ödevini iyi yapıyordu. “Sigara, güzel tavan” sevdiği bu şeyleri düşünürken evinde olmaktan memnundu. Bir gün daha bitmişti. Sondan bir daha eksildi dedi. Son varsa eğer tabi her şey şüpheliydi onun gözünde. Hiçbir şeyin var ya da yok olduğunda, düşündüklerinden, yaşadıklarından, gördüklerinden emin değildi Gerçekten var olup olmadığını bile bilmiyordu. Einstein; “Her başlangıcın bir sonu, her sonun bir başlangıcı vardır. Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz” demiş. “Peki, başlangıç nasıldı? Sorusu belirdi zihninde. Deniz’in karikatürü geldi aklına. Bembeyaz boşlukta, simsiyah bir nokta vardı. Noktanın üzerinde de bir konuşma baloncuğu. “Ooooof sıkıntıdan patalamak üzereyim”. Karikatür bundan ibaretti. Ne kadar çok gülmüştü. Evrenin oluşumu, büyük patlama… Deniz şaşırtıcı biriydi. Karikatürü de öyle. “Beni bu anlamsız şeyler güldürüyor.” dedi. Gerçekten, içten gülüyordu bunlara. Diğerleri gibi değildi. Tavana o siyah lekeyi bu yüzden boyamıştı. Tavana baksa da saatlerce sıkılmıyordu. Çünkü o nokta muhakkak ondan daha fazla sıkılmıştı. Kendi patlasa ne olurdu ki? Büyük bir patlama olacağı kesindi ama ondan bir evren oluşmazdı. Oluşsa oluşsa koca bir hiç. Onda da sıkılacak patlamak isteyecek bir nokta olur muydu acaba? “düşünmeye gerek yok”dedi.Yine anlamsız rüyalar gördü. Sabah oldu alarm çalıyordu. Her gün daha da mı zorlaşıyordu? “Düşünme sakın her şey yolunda” dedi. Ve kendine göre radikal bir karar verdi. İşe gitmedi. “dışarı çıkmalıyım”                                      Kahvaltı etmeye cafe’ye gitti. Yer vardı cafe’de. Yine insanlar. Kalabalık değişik yüzler. Uzun zamandır böyle iyi hissetmemişti kendini. Nefret ediyordu işinden ve katlanmak zorunda değildi. Mönüye baktı. Çay içemeyecekti bugün. “Çay değil türk kahvesi” dedi garsona. Sabah çok güzel giderdi. “orta kahve lütfen.” Kahve kokusu, kahve köpüğü,Ağızdaki eriyen pütürler. Yuvarlaklar ne güzel şeylerdi bunlar. Sigarsının dumanına takıldı gözüne. Ve düşünmeye başladı. “duman yükseliyor, salınıyor,havaya karışıyor,ciğerlerime doluyor,içimde milyonlarca hücre ölüyor,yenileri doğuyor, zaman akıyor tıpkı boğazımdan süzülen kahve yudumları gibi…
Kafasından kesintili düşünceler senfonisi çalmaya başladı yine. Zamanı gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleri ile kesintili olarak algılıyordu. Bu kelimelerden başka düşündüğü hiçbir şey yoktu. Diğer bir kelime aklına gelene kadar uzun bir süre sadece o kelimeyi düşünüyordu. Enerji kelimesi aklına gelince dakikalarca belki saatlerce sadece o kelimeyi düşünürdü, enerji olurdu o anda . Farklı bir şeye, nesneye yada hisse kapılana kadar enerji oluyordu.Beyni çağrışım yöntemiyle çalışıyordu. Tüm bunları düşünmek bir gün onda muhakkak ki ciddi hasarlara neden olacaktı. Vücudu başka şeyler yaparken, o kafasında bambaşka bir hayat yaşıyordu. İkisini bir arada götürüyordu. Biri diğerinden besleniyordu. Paraya ihtiyacı olmasa kesinlikle çalışmazdı. Kendini de verimsiz hissetmezdi. Daha çok insan gücü için yapılan bu dayatmalara boyun eğmezdi. Hergün yatmadan “yarin geçecek ama nasıl?” diye soruyordu kendine.  “Yaşamak için yazabilirim. Ölene kadar yaşamak.” Ne de olsa çoğu insana, Onu  nasıl bilirdiniz? deseler hepsinin vereceği cevap “kaçık” olacaktı ve insanlar kaçıkları okumayı severlerdi. Bu durumu tuhaf bulsa da ,onu tuhaf ve kaçık bulan insanlar ona sadece tuhaf ve kaçık olduğu için saygı duyuyordu. Kaçıklık bu dünyada alkışlanacak bir şeydi. Bu durumda onun akıl sır erdiremediği garipliğiydi hayatın.Günler bir şekilde geçmeye başlamıştı.  Zırvadan öte olamayan yazıları  yayınlanmaya başladı. Onun için beğenilmenin anlamı düzenli gelir,evde daha fazla vakit geçirme imkanı,yalnız kalabilme ve konfordu.Git gide kalabalığa da karışmak istemiyordu. Kendisinin arkadaşı olduğunu sanan kişiler onu evinde ziyaret etmeye başladılar. Modern çağın Oblomow’u diyorlardı ona oysa ki Oblomow, bir mektup yazmaya bile üşenirdi. Biliyordu kendince, eğer Oblomow gibi parası olsaydı yine de yazardı. Onu hayatta tutan tek şey yazmaktı. Bu kadar kelimeyi, düşünceyi, kavramı zihninde tutamazdı. Akmalıydı onlar dışarı. Orta çağda insanı iyileştirmek için vücuttan kan akıtırlardı, o da ruhunu iyileştirmek için kelime akıtıyordu. Uzun zaman sonra kendine “yalnız olmayı isteyebilmek için artık daha fazla ihtiyacım kalmadı diye itirafta bulundu.Yazmak ona dış dünyayı unutturmuştu. İnsanlar yine bir yerlere çağırıyorlar, Feza için endişeleniyorlar, O da yeni bahaneler buluyordu. “rahat bırakın beni” diye haykırmak istiyordu suratlarına. Ama yapamazdı üzgün yüzlere dayanamazdı. Kırılmış kalpler ona acı verirdi.“Beni yalnızlıktan kurtarmak istiyorlar. Kendi yalnızlıklarından sıkılıyorlar ve beni de mutsuzluklarına çekmek istiyorlar.Yaşamak için başkalarına bağımlılar. Bu bir hastalık”. Hasta oldukları için üzülüyordu arkadaşlarına. Dayanamayıp bağırmamak için kendimi zor tutuyordu. Kendi içinden, kendisinden başka kimsenin duymayacağı bir şekilde zihninden cevap veriyordu onlara. Bağırmak laf anlatmak için bile mecali yoktu onun. Düşünmek basit bir eylemdi onun için. Uzun zaman yazarak ve yalnız kalarak geçti. Güzel huzurlu zamanlar. Telefonunu telesekretere bağladı ve kapıyı habersiz gelen hiç kimseye açmadı. Zaten arkadaşları ne kadar ısrarcı olsalar da iş için bırakılan mesajlardan başkasına cevap vermiyordu.Artık insanlar onu bir zaman sonra aramaz oldular. Yavaş yavaş kendine gezi programları hazırladı. Dergiden kazandığı parayla bir fotoğraf makinesi aldı. İstanbul’un her anı tablo gibiydi onun için. Gezilere çıkıp fotoğraflar çekiyor ve içlerinden seçip gönderdikleri de dergide yayınlanıyordu. Her gün akşam yemeğini yedikten sonra evinin yakınındaki parka gidiyordu. Parkta zaman geçirmeyi seviyordu. Günün en güzel anları ağaçların altında oturup kuş seslerini dinlerken geçiyordu. Bankın karşısında bir havuz vardı akan suyun sesi onu dinlendiriyordu. Dinlenip su içmek için gelen kuşlara yem veriyordu. Evdeki yemeklerden oradaki kedilere, köpeklere dağıtıyordu. Bir gün yine parka gitti. Yanında yine yemler ve yemekler vardı. Yemleri attı, yemekleri yine ağaçların altında her zamanki yerine bıraktı ama hiçbir hayvan yemlere de, yemeklere de gelmedi. Etraf sessizdi üzüldü biraz ama sadece alışkanlıklarının dışına çıktığı için.  Banka oturdu ve yine yaprak ve su sesleri arasında gökyüzünü izlemeye koyuldu. Sanki yanında biri varmışçasına anlatmaya başladı yanında onu cankulağı ile dinleyen birinin olduğunu hayal etmeyi seviyordu.
 “Acaba Hz. Muhammed’e oku diye vahit geldiğinde o da böyle içinde şimdi kendisinin anlatmaya duyduğu gibi okumaya karşı yoğun bir istek duymuş muydu? Kayıtsız şartsız okumak istemiş miydi. Ve yine başladı anlatmaya
“ Yalnız kalmak istiyorum. Yalnızlık beni diğerleri gibi korkutmadı hiçbir zaman. Bu psikolijik bir rahatsızlık mı bilmiyorum. İnsanlarla olduğum zaman klavyemi özlüyorum,bazen yastığımı, tavanımı özlüyorum. Nedense tüm bunlara insanlardan daha fazla değer veriyorum. Kendimi gitgide bu dünyada fazlalık gibi hissediyorum. Gereksiz bir ayrıntı fon dekor gibi. Filmlerde arkadan geçen biri gibi. Olmuyor. Su olsam, aksam, süzülsem, denize ulaşsam, sıcak olsa, buharlaşsam, karışsam havaya atmosferin de dışına çıkabilir miyim? Seyretsem her şeyi, tüm evreni, sessizlik, huzur istiyorum. Sıkılmaktan sıkılmak istiyorum. Bunalınca uykuya kaçıyorum.Anlamsız Anlamsız olduğu için garip, garip olduğu için anlamlı rüyalar görüyorum.”

Kelimeler ardı ardına sağanak bir yağmur gibi beynine yağıyordu. düşüncelerinin vanasını açıp; vananın sapını da uzaklara atmış gibi durduramıyordu kendini...

“Bir şey demek istiyorum ama ne demek istediğimi kendim bile anlamadım henüz. Anladım belki ne anladığımı anlamak istemiyorum. Durakta otobüs bekler gibiyim. Hangi otobüs deseler, nereye gideceksin deseler donar kalırım. Filmlerde hep bir soru vardır .Her şey nasıl bu hale geldi? Geldi işte! Önemli olan şimdi. Hep şimdi. Var olan tek şey şimdi. Einstein özür dilerim. Ama benim tek yaşadığım şimdi. İkizim yok. Olsa dahi onu uzay mekiğine bindirip ışık hızından daha hızlı hareket etmesini sağlayamam ve onu burada on yıl bekleyemem. Sonra kim daha genç kalmış yarışına giremem. Yapamam. Devam ediyorum sadece.

“ Değişiyorum. Benle birlikte milyonlarca hücre. Değişiyor. Ortaokul öğretmeni, anneme benim için burada değil bu dünyada yok sanki  dediğinde belki haklıydı. Belki ben hiç burada olmadım. Hep var gibi yaptım. Hayatım hep gibi yapmakla geçti. Mümkünse beni dondurup bir kavanoza koyun ve sonsuza dek saklayın. Kavanozun camına tam gözlerimin bakar gibi yaptığı yere siyah bir nokta koymayı unutmayın. Ve ben başlangıca bakarak, orada sonu bekleyeyim. Bu umutsuzluk değil. Kendini boşlamışlık, yada depresyon değil, herkes sizin gibi hissedemez çok denedim olmuyor. Ben kendimi ancak böyle hissediyorum. Annemin dediğine göre bir bebeğe göre fazla ciddiymişim. Yaradılış, var oluş her neyse. Herkes kendi düşüncesine göre anlamlandırabilir. Kavram önemli değil. Önemli olan, olan. Gibi yapmaya da alıştım farklı olabilir miyim? İstediğime ulaşırsam onu ister miyim? Düşünmemek gerek. Önemli olan şimdi. Yaşa sadece. Yaşamak istiyorum. Yok olmak istemedim. Devam etmek istiyorum. Ama başka şeylerde başka yerlerde.Havada, suda toprakta, gökyüzünde bilinçli yada bilinçsiz olarak varolmak istiyorum . Olmak ya da olmamak gerçekten bütün mesele bu. Olmalı mı olmamalı mı? Bu da çözülmesi gereken soru. Cevap ben. Sormaya gerek yok. Düşünüyorum, varım. Oldum bir kere bunu mesele etmemeli. Ama bu süreklilik arz eder mi? Oldum bi kere istesem de istemesem de sürecek. Döngü tamamlanacak bir şekilde… Döngü,ying yang,siyah nokta. Kalkmalı mıyım buradan senin yanından eve mi gitmeliyim? Değişik bir soru. Evet. Kalkmalısın, yemelisin, içmelisin, konuşmalısın, özlemelisin, sevmelisin, uyumalısın, uyanmalısın. Nedir bunları istememizi sağlayanlar? Hücreler birleşip ne isteyeceğimize karar mı veriyor? Kalp adrenaline ihtiyacı olunca birini sevmek mi istiyoruz? Yada yumurtalar artınca onlar döllenmek mi istiyor? Kim kendilerine en yi baba olabilirse tür kendini devam ettirmek için onu mu seçiyor? Dopamin, salgı,hormonlar. Bizde bunlara aşk mı diyoruz? Ne diyoruz? Çok karmaşık. Bir o kadar da basit. Ama basit olmamalı. Her birinin derin anlamları olmalı değil mi?
Hepsinin bir anlamı var her şey basit bir o kadar da karmaşık. Ben de ben de evrende karmaşık ama hepsinin bir nedeni var ama önemli olan neden değili önemli olan "olan"
Belki nedenini kurcalamamalı ama bilmeye anlamaya  ihtiyacım var. Bu bedende her şeye ihtiyaç var. Sevgiye, aşka,yemeye içmeye, konuşmaya uyumaya,yaşamaya ama bunların dışında sana ve çevrendekilere zarar verecek olan öfkeni göstermeye ve saldırganlığa da ihtiyaç var. Sigara içip de öldürebilirsin bir sürü beyin hücresini. İntihar edemezsin kendini öldüremezsin ama öldürmeye yardımcı olacak şeyler yapabilirsin. Alkol, uyuşturucu yada sigara daha zararsız kabul edilebilir. Kimse sana seni cehenneme göndereceğiz demez sigara sağlığa zararlıdır,öldürür yazarlar üstüne ama ölünce ne olacağını söylemezler. Ölmek nasıl bir şey? Merak ediyorum.

 Bence biliyoruz ama hatırlamıyoruz. Vücudunda her gün pek çok canlı ölüyor senden pek çok hücre ölüyor yeniden doğuyor,yenileniyor. Ama deneyimleyemiyoruz.

“Keşke başarılı olsaydım öğrenmiştim. Çocukken tanrı var mı yok mu diye meraktan ilaç içip, ölmeyi ve tanrı ile konuşmayı denemiştim. Ama çocuk aklım işte annemin bundan bir tane bile içsen ölürsün dediği ilaçtan, kendimi sağlama almak için iki tane içmiştim. Tabi sabah beni annem okula gitmek için uyandırdığında ise tam bir hayal kırıklığıydı. Öldükten sonrada aynı hayatın devam ediyor olduğunu düşünmüştüm.  Hapların sersemleştirici etkisi de olabilir elbette. Hiçbir din beni cehenneme göndermez diye düşünüyordum çünkü çocuktum. Çocuklar cennete cennete giderdi bütün dinlerde. Bende çocuk olduğumu bildiğim için cehenneme gitmeyeceğimden emin olarak içmiştim o ilaçları. Yıllarca bunlarla büyüdüm yaradılışıma karşı koyamam, yok olmayı kabul edemem, her canlı varlığını sürdürmek ister ve benim vücudumda trilyonlarca canlı var ve hepsi bir arada yaşamak istiyorum diye bağırıp beynimi yıkıyorlar. Beynim de onlardan biri. Kendi kendine ihanet ediyorsun haberin yok sefil beyin diyorum dinletemiyorum. Alan memnun, satan memnun. Bende memnunum hayatta olmaktan ne yapayım vücudum yıllardır kulaklarıma aynı şeyi fısıldıyor başka seçeneğim yok. Hep bir bahanem var. Umarım herkesin bir bahanesi olur. Sende bulabilirsin kendine bir bahane. Benim hayatım; gerek vücuduma, gerek çevreye, gerek sosyal ortamıma, gelenekler göreneklere, tutumlara, hallere, davranışlara, içgüdülere, bastırmalara, yansıtmalara göre sürüp gidecek. Sevmek isteyeceğim, sevilmek isteyeceğim ama hep istemekle kalacak her şey ama yinede isteyeceğim. Bazıları tarafından sevilmemek isteyeceğim. Her gece her yattığıma yatacağım odanın da çizdiğim çizeceğim siyah noktaya bakarak sigaramı tüttüreceğim. Yastığımın yumuşak ve yüksek olmasına dikkat edeceğim. Palyaçolara sanırım hiçbir zaman sıcak bakmayacağım. Bulduğum her -X ışını- boya altını görebilen gözlerimle palyoçaların yüzlerini inceleyeceğim. Neden? Neyden saklandıklarını merak edip duracağım. Ahhh. Sussam Bende anlatmak istiyorum zaman zaman ama ne anlatacağımı bilmiyorum kelimeler çıkmıyor bir türlü çıksa bile anlamlı cümleler oluşturmuyor. Düşünceler sırasız benim bile aklım yetişmiyor. Ne çağrıştırıyorsa her kelime onları kafamı dağıtıyor bir şeyle binlerce şey süzülüyor beynimden ağzıma doğru hiçbir kelime bir biriyle tutmuyor. Cümlelerin sonu yok. Sanki herkes gerisini kendisi anlasın der gibi. Aslında konuşurken konuşmak anlamsız geliyor. Getiremiyorum gerisini toparlayamıyorum kafamı. Sürekli saçmalıyor gibi hissediyorum kendimi. Kafam başka şey diyor ağzımdan başka kelimeler çıkıyor. Dilimden dökülen her sözcük Bağımsız Kelimeler Cumhuriyeti’nin tuhaf vatandaşları gibi…  

 Her şeyde bir anlam arıyorum evet var ama her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilmek yeter belki , uzaktan bakarak bütünü görmeli. Sen hayatı istedim ve hayat bana verildi. Tüm bunları deneyimlemem gerekiyordu beklide izleyici olmak için geldin dünyaya. Bu dünyada savaş,açlık,cahillik, bilgelik, zulüm ve hoşgörü hepsi bir arada ve hepsi bir diğeri ile anlamlı her şeyin kusursuz olduğu bir dünyada sıkılırdım. Görmek tatmak ve yaşamak istediğim için geldim buraya ama ayak uydurmak ve yapmak zorunda değilsin izlemek ve görmek gerek. Şimdi yalnız kalmayı istiyorum. Demek ki gördüklerim ve deneyimlediklerim bana yetiyor şu anda olmak istediğin yerde miyim?
 Sanki burada zamanım bitmiş gibi yoruldum gördüklerimden ve yaşadıklarımdan. Her şeyi, kendimi geriden izler gibiyim iki ben var sanki. Bir türlü aradaki koordinasyonu oturtamıyoruz. Bağı kuramadık uyumlu çalışamıyoruz. Başkasının hayatı,başkasının arkadaşları gibi geliyor tüm bunlar bana. Arada kopuşlar gelişler. Hayatımın sonuna kadar anlatsam yada yazsam bitmeyecek gibi. Hayat dursa yüzyıllar beni yaşlandırmasa. Tüm dünya yok olsa. Arada başka ırklardan burayı incelemeye gelseler, beni hala klavyenin başına binlerce hard disk doldurmuş bulabilirler. Ne dediklerimi anlamaları biraz zaman alabilir hatta şifreli yazışıyorum, daha derin ulvi bir amacım var zannedebilirler. Bundan kendilerine göre anlamlar çıkartıp yorumlayabilirler. Tıpkı herkesin yaptığı gibi. Ben hiçbir şey demiyorum yalnızca ağzımdan çıkan anlamasız kelimeler sana göre gelişi güzelde olsalar bir cümle gibi gözükebilir. Ama hiçbir şey demedim şimdiye kadar söylediğim hiçbir kelime yerine oturmadı. Bende kendi kendime davranışlarımın bir savunma mekanizması mı denetleyemediğim yoksa başka bir şey mi Uyumluymuşum gibi yapmak mı? Anlayamadım karar da veremedim. Evet. Tüm bunlar şifreli msj gibi algılanıp evrenin dört bir yanına bir deli saçmasının saçmaları gibi saçılıp dağılabilir. Komik. Bende tüm bunları uzaktan izlesem ve gerçekten hiç gülmediğim kadar katıla katıla gözlerimden yaşlar gelene kadar gülsem. Tanrım yada her neysen gerçek mutluluk bu olmalı desem. Sende böyle neşeleniyor musun bizle?.  Sürekli konuşuyorum,huysuzum sürekli sızlanıyorum bir yandan da aslında içimden derinden bir yerlerden mutluyum. Bilmiyorum her ne olursa olsun derinde bir yerlerde çocuklarının yaramazlıklarını izleyen huysuzlanıp içten içe gülen anneler gibi mutluyum. Tahmin edemeyeceğin kadar daha az şeyden, daha da mutlu olabilirim. Belki bunun bildiğim için mutluyum. Kendi kendimle dediklerimle çelişmiyorum. Sadece dediğim gibi şimdi var. An var. Hissetiğimi söylüyorum. Aklıma ne gelirse incelemeden, düzeltmeden, bakmadan elime ne gelirse binlerce yazım yanlışı yada noktalama hatası olsun benim söylediklerimden kelimeler ağzımdan çıkan gibi farklı yerlere gitsin önemli değil.

“Hayatım  bu şekilde geçiyor. Yazmak olmasa, şikayet ettiğim şeyler olmasa iyice bırakırıdım kendimi akışa … Hep aristokrat toprak ağası olmak istemişimdir. Fakat işlerini yapacak, parayla ilgilenecek, sadece hesabına yada kasasına gelir koyacak birileri olan ve bunlara kafa yormayan, sohbetlerle kitaplarda boş toplantılarla vakit geçiren, gittiği her yerde asil bir unvanı olan ama bir işe yaramayan 1800’lerin klasik romanlarındaki gibi tiplerden olmayı isterdim. Biliyorum en çok o zaman mutlu olurdum. Mutluluğumun doruklarında olurdum. Ama yinede sistemden insanlardan sızlanırdım dert edecek bir şeyler bulurdum. Ama derinlerde ama yüzeye çok yakın derinde mutluluk. Hayat benim anladığım hayat. Bazen dile getiriyorum bunu sanırım. Öylesine istiyorum ki dudaklarımdan süzülüyor. Herkes ister deme! . Değil öyle değil sakın iddialaşma! Ya da seni anlıyorum demesinler. Ben bunu hep diyorum ama anlamıyorum. Dinlemediklerini bu kadar açık açık belli etmesinler. Herkes önemsenmek ister. Anlaşılmak. Anlaşılmamaya çalışsa da.Bir şey var, bekliyorum biliyorum gelecek. Sanki her şey o zaman düzelecek. Vazgeçmeyeceğim. Mecnun gibi ben Leyla’yı değil onun hayalini, Ona kavuşmayı çalışmayı ,onu beklemeyi seviyorum.İki tane ben var sanki. Biri yaşıyor, biri izliyor. Yüzüme hızlı bir tokat inse ya da yüksek voltajda gerilime maruz kalsam iki benlik bir birine sarılır mı korkudan birlikten kuvvet doğar diyerek birbirlerine yardımcı olurlar mı? Olmazlar benim gibi benliklerim de bencil. Sadece kendileri ile meşguller başkalarını görecek gözleri yok. Kendilerini bile başkaları olarak görüyorlar… Sanırım uyumalıyım anlamsız rüyalara ihtiyacım var. Seviyorum onları 

 Gökyüzü yıldızlar öylesine güzeldi ki. Ne kadar küçük olduğunu hatırlatıyordu kendine onlara bakarak. İnsan sorunları ile bütünleşiyordu. Kafasında sorunları öyle çok kuruyordu ki. Yıldızlara baktığında bir anda vücudunda ayrı bir yerde kendisini tepeden bakar buluyordu. Ağır çekim bir kamera kendisinden uzaklaşıyordu. Önce yavaş yavaş sonra gittikçe hızlanarak yükseliyordu. Bina, mahalle, semt, şehir, ülke, kıtalar, dünya, güneş sistemi, en tepede bir yer yoktu öyle boşluktan her şeyi izliyordu. Kendinden uzaklaştığı tek anlar bunlardı. Orada sorun yoktu. Kendi görünemeyecek kadar küçüktü. Sorunları da öyle. Artık her şey üstüne üstüne gelmeye başladığı zaman başvurduğu hap buydu.

Gçenlerde gördüğü rüya aklına geldi
 Çimlere uzanmış yatıyordu  gökyüzünü izliyordu. Yine yağmur yağmaya başladı ve şekillere dönüşüp canlılar meydana geldi.  İnsanlar meydana geliyordu bu şekillerden. İnsanlar, büyüdüler,yayıldılar, evler şehirler meydana geldi, güldü insanlar, ağladı, birbirlerini öldürdüler, sonra yardım ettiler, uluslar oluştu, yok oldu. ..

“Bir japon filmi izlemiştim. İnsanlar öldükten sonra bir yerlerde toplanıyorlar hastane ile film stüdyosu karışık bir yerdi. Orada da çalışanlar vardı ve gelen insanları karşılayıp bir görüşme odasına alıyorlardı. Onlara önlerinde bir hafta olduğunu, bu süre içinde hayatta en mutlu anlarını seçmelerini, bu anda sonsuza dek kalacaklarını ve o mutluluğu sonsuza dek yaşayacaklarını söylüyorlardı. İnsanlar o anı bulmakta o kadar zorlanıyorlardı ki. Filmin gerçekliği zorlanmalarında yatıyordu sanki. Yada ben öyle düşündüm. Geriye baktıklarında mutlu bir an bulamayan pek çok insan vardı. Film boyunca düşündü ve hala düşünüyordu. Ben hangi anı seçerdim diye. Akılında bir tek an var gerçekten mutlu olduğum. Mutluluk denemez gerçek bir huzur saf katıksz bir huzurdu hissettiği, filmin kahramanınkine belki yakın biraz. İlk sorduklarında aklına gelen an. Ama sonsuza dek o anda kalmak ister miydim emin değildim. Tek başına. Orda oturabilir miydim aynı yerde. Sonsuza kadar. Filmdeki adam kendini yalnız düşlese de yalnız değildi. En azından orda sevildiğini biliyordu. Bankta yanında oturan biri vardı. Ama O bankta ben hep yalnızdım. Tek mutlu olduğumu hissettiğim anda yalnızdım. Ama sevildiğimi bilsem daha mutlu daha huzurlu olurdum gibi geliyordu. O yüzden emin olamıyordum o andan. Şimdi biliyorum neden olduğunu.”