—Anlıyorum
dedi. Ama bir şey anladığı yoktu. Dinlemiyordu bile karşısındakinin
söylediklerini. Gözleri hiçbir şey görmüyordu yüzündeki ciddi ve düşünceli
ifadeyi görenler pür dikkat kesilmiş dinliyor zannederlerdi. Artık her anı
böyle geçer olmuştu. Ustalaşmıştı bu işte . Yeni hiçbir şey yoktu zaten.
Herkes, hemen hemen aynı şeyi konuşuyordu. Sadece anlatmak istiyorlardı. Anlatmak,anlatmak,
anlatmak… Karşılarındakinin onları dinleyip dinlemediği önemli bile değildi.
Anlamsız hayatlarını anlatacak biri olsun yeterdi. O da, onların biçilmiş
kaftanları, ağlama duvarlarıydı. Belki de dünyaya geliş amacım budur dedi kendi
kendine. Bir anda gözünde bir görüntü belirdi. Çizgi filmlerdeki gibi kafasının
üstünde parlayan bir halka, ışık saçarak bir koltukta oturuyordu. Adeta bir
tanrıça gibiydi “dinleme tanrıçası” Önünde bir uzanma koltuğu vardı. Gözünde
gözlükler, başında hale, elinde bir not defteri . İnsanlar sırada anlatabilmek
için bekliyorlardı. Önünde uzayan insan kuyruğu uçsuz bucaksızdı. Tüm
insanların üstünde “arkadaş” yazılı tişörtler vardı. Sırası gelen önündeki
uzanma koltuğuna oturup dertlerini anlatıyorlardı.
İstemsiz bir kahkaha attı birden. Arkadaşı hiç
istifini bozmadan anlatmaya devam etti.”evet başıma gelenler trajikomik bir
durum gülmekte haklısın şekerim” diyordu. Yine tam yerinde gülmüştü. Bu onun
doğal yeteneğiydi, dinlemek ve yerinde tepkiler vermek için doğmuştu. Kendini
böyle yalnız hissetmiyordu. Onlarda içlerini döküp rahatlıyordu. Bir çeşit alış
veriş işte. Herkes durumdan yapay olsa da memnundu. Saatine baktı.
-“
Vakit nasıl geçti anlamadım. Artık gitsem iyi olur. Evde yetiştirmem gereken
bir sürü iş beni bekliyor.” Dedi. Karşısındaki ses çıkarmadı.
-
“gitmem gerekmiş. Nereye gideceğim hepsi bahane evde yapacak tek ir iş bile
yok.” Omuz silkip yürümeye başladı.
İnsanlara açlığının nedeni neydi? Ne kadar
kalabalık olursa olsun onu doyurmuyordu. Kalabalıkta tek düşündüğü şey ise;
yalnız kalmak istediğiydi. Yalnız kalmayı istemek için insanların arasında
durmaya kendini zorluyordu. Kendi istemeliydi yalnız olmayı. Yalnız olduğu için
yalnız kalmak istemiyordu. Uzun süre yürüdü bu yüzden sokaklarda. Eve gidince
onu neyin beklediğini biliyordu. Derin bir sessizlik, kafada çırpınan, hiçbiri
bir yere varamayan sefil düşünceler. Sokaklar tanıdık gelmeye başlamıştı. Eve
yaklaşmış olmalıydı. Ne yaparsa yapsın, kafası nerede olursa olsun, bütün
sokaklar bir şekilde onu eve çıkarıyordu. Nasıl eve geldiğini hiçbir zaman
hatırlamazdı. Eve gitmeyi aklına getirmesi yeterliydi. Ayakları onu bir şekilde
eve ulaştırırdı. Dorothy 'nin kırmızı ayakkabıları gibi.”evim evim güzel evim!
Pufff evdesin.”
Çantasından anahtarları çıkarıp kapıyı açtı. Şu
kapıda kendi kendine açılsaydı ne güzel olurdu. İçeri girip ışığı açtığında
gözleri kamaşmıştı. Kendini koltuğun üzerine atıp kumandayla radyoyu açıp
bakışlarını tavana dikti. Saatler birbirini kovalıyordu. Tavana bakıp sigara
tüttürmek dünyanın en güzel şeyi; olmalıydı. Derin bir oh çekti. Hayatta bundan
daha huzur verici ne olurdu diye düşündü. Düşünmek istemiyordu biliyordu ne
olduğunu. Bu düşünceyi hızla kafasından uzaklaştırdı. Sigarasından bir nefes çekip
yerinde doğruldu. “Üstümü çıkarsam iyi olur” dedi. Diyordu gerçekten. Kendi
kendine konuşurdu sürekli. Kıyafetleri kırışmasa onları da çıkarmazdı ya.
“.ooofff en iyisi sıcak bir duş alayım.
Biri gelip beni yıkasa, giydirse,
yatağıma yatırsa çok iyi olurdu.” Anne
dünyadaki en güzel şey olmalı diye düşündü.
Yapay Zeka'daki robot çocuk gibi hissetti kendini. O da beklerdi
annesini heralde yüzyıllarca. Bir uzaylı gelip anne figürünü zihnine ekleyene,
onu hayallerde bir günde olsa yaşatana kadar beklerdi.
-“Küçükken
bilgisayar programları ile keşke daha fazla ilgilenseydim.Yazılımlarla hayatın
ne farkı var ki. Önemli olan hissetmek.”
Kendini duş
almış yatakta yatıyor buldu. Nasıl hızlı oluyordu bu kadar her şey? Nasıl bu
kadar kendini kaybedebiliyordu, bu önemsiz işleri yaparken? Düşünmek nasıl
kendinden geçiriyordu onu her şeyi fark etmeden yapıyordu. Bir japon atasözü
der ki; Yaptığı işi en iyi yapanlar fark etmeden yapanlarmış.
-“Demek
ki yaptığım her işi en iyi iş.” dedi.
Gözleri ağırlaştı yavaşça . Karşı koyamadı uykuya.
Rüyasında çimlere uzanmış masmavi gökyüzünün altında yatıyordu. Huzur…
İliklerine kadar hissediyordu. Ağzında bir saman çöpü, havayı derin derin içine
çekti. Keşke hayat hep böyle olsaydı hep böyle hissetteydi. O an için tek
düşündüğü buydu. Yüzüne yağmur damlaları serpiştirmeye başladı. Hiç kıpırdamadı
yerinden. Gözleri önünde damlalar baloncuklara, baloncuklar şekillere dönüşmeye
başladı. Şekillerden hayvanlar oluşuyordu. Ağzındaki çöp yere düştü. Yerinden
doğruldu. Etrafta canlılar geziniyordu. Yağmur bitmişti. Demek böyle oluştu her
diye düşündü rüyasında.
Uyandı.
“Güneş, odam, yerde kül tablası.” Gördüğü şeyleri zihninde kelimelere dökerken,
onlara zaman tanırdı. Güneş dedikten sonra birkaç saniye güneşten başka hiçbir
şey düşünmezdi. Sadece güneş olurdu zihninde. Sıcaklığını hissederdi içinde,
enerjisini güneşle ilgili her şeyin içine işlemesine izin verirdi. Odam dediği
zaman sadece odası olurdu tüm varlığında. Önemliydi görüntüler ve onlara
verdiğimiz isimler, hayat buydu ve var olan her nesneye, her kavrama saygı
gösterilmeliydi.
Yatağında
huzursuzca kıpırdandı. “Kalkmaliyim. Kalkmalıyım.” diye düşündü. İlk defa iki
kere tekrarlamak zorunda kaldı. Giyindi yavaş yavaş üstünü. Saat 07:00 olmuştu
.. Kapıyı kilitleyip çıktı evden. İş yerine geldi. Yolu yine anlamamıştı. Sabah
banklara oturdu çayını yudumlamaya başladı ve sigarasını yaktı. Bu saatte kimse
olmazdı buralarda yapayalnızdı. Bahçeye çıktıkları kapı, yavaş yavaş açılıp
kapanmaya başladı. İnsanlar, merhabalar, nasılsınlar,iyi misinler, hepsi sinir
bozucuydu. Birden uzun bir boşluktan yere çakılmış gibi hisseti kendini.
İyimiydi? Kendisine uykulu gözle bakan suratlara cevap verdi. --“İyiyim ama
uykum var” dedi. İçinden “iyi değilim” diye düşündü. Hiçbir zamanda iyi
olamayacağını biliyordu. Yıllar geçip gidiyordu. Şimdilik gençti ama
yaşlanıyordu. Muhakkak yaşlanıp, buruşup, kırışacaktı. Hareketleri zorlaşacak
ve hiçbir işini yardım almadan yapamaz duruma gelecekti. Yaşlı insanlar canını
acıtıyordu. Dayanamıyordu onlara ve onlar gibi olmak istemiyordu. Gençliğinin
kıymetini sonradan anlayanlardan değildi genç olmak onun tek mutluluğuydu. Yanındaki
saksıdan toprağa dokundu.Yumuşak. Dağılıyor. Çiçek. Yapraklar. Yine her birini
tek tek canlandırdı zihninde. İçine işlemesine izin verdi kelimelerin. Sanki
fondan bir ses kısa aralıklarla düşünmesine hissetmesine olanak vererek,
sırasıyla okuyordu elindeki metni ona. Ellerine baktı; “ Bende belki bir gün bende yaprak olup, toprağa dökülür,
besin olurum. Toprakta bir kurt beni yer, kurdu biri alıp balıklara yem yapar.
Bir balık o yemi yiyip oltaya takılır. Bir insan o balığı pişirip yer. İnsan balığı yediğinde bende tekrar insan olur
muyum? yoksa insanın hücrelerine besin mi olurum? Bu da bir şey en azından!”
dedi. Akşam olduğunda doğruca yine evine gitti. Yatağında uzanmış uykusunun
gelmesini bekliyordu.
Zaman
akıyordu. Dali’nin tablosundaki gibi. Uyusa da akıyordu, uyumasa da. Kendini
haline bırakmalıydı zamanı, kafa yormamalıydı. O ödevini iyi yapıyordu.
“Sigara, güzel tavan” sevdiği bu şeyleri düşünürken evinde olmaktan memnundu. Bir
gün daha bitmişti. Sondan bir daha eksildi dedi. Son varsa eğer tabi her şey
şüpheliydi onun gözünde. Hiçbir şeyin var ya da yok olduğunda,
düşündüklerinden, yaşadıklarından, gördüklerinden emin değildi Gerçekten var
olup olmadığını bile bilmiyordu. Einstein; “Her başlangıcın bir sonu, her sonun
bir başlangıcı vardır. Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz” demiş. “Peki,
başlangıç nasıldı? Sorusu belirdi zihninde. Deniz’in karikatürü geldi aklına.
Bembeyaz boşlukta, simsiyah bir nokta vardı. Noktanın üzerinde de bir konuşma
baloncuğu. “Ooooof sıkıntıdan patalamak üzereyim”. Karikatür bundan ibaretti.
Ne kadar çok gülmüştü. Evrenin oluşumu, büyük patlama… Deniz şaşırtıcı biriydi.
Karikatürü de öyle. “Beni bu anlamsız şeyler güldürüyor.” dedi. Gerçekten,
içten gülüyordu bunlara. Diğerleri gibi değildi. Tavana o siyah lekeyi bu
yüzden boyamıştı. Tavana baksa da saatlerce sıkılmıyordu. Çünkü o nokta
muhakkak ondan daha fazla sıkılmıştı. Kendi patlasa ne olurdu ki? Büyük bir
patlama olacağı kesindi ama ondan bir evren oluşmazdı. Oluşsa oluşsa koca bir
hiç. Onda da sıkılacak patlamak isteyecek bir nokta olur muydu acaba? “düşünmeye
gerek yok”dedi.Yine anlamsız rüyalar gördü. Sabah oldu alarm çalıyordu. Her gün
daha da mı zorlaşıyordu? “Düşünme sakın her şey yolunda” dedi. Ve kendine göre
radikal bir karar verdi. İşe gitmedi. “dışarı çıkmalıyım” Kahvaltı etmeye cafe’ye gitti. Yer vardı cafe’de.
Yine insanlar. Kalabalık değişik yüzler. Uzun zamandır böyle iyi hissetmemişti
kendini. Nefret ediyordu işinden ve katlanmak zorunda değildi. Mönüye baktı.
Çay içemeyecekti bugün. “Çay değil türk kahvesi” dedi garsona. Sabah çok güzel
giderdi. “orta kahve lütfen.” Kahve kokusu, kahve köpüğü,Ağızdaki eriyen
pütürler. Yuvarlaklar ne güzel şeylerdi bunlar. Sigarsının dumanına takıldı
gözüne. Ve düşünmeye başladı. “duman yükseliyor, salınıyor,havaya karışıyor,ciğerlerime
doluyor,içimde milyonlarca hücre ölüyor,yenileri doğuyor, zaman akıyor tıpkı
boğazımdan süzülen kahve yudumları gibi…
Kafasından
kesintili düşünceler senfonisi çalmaya başladı yine. Zamanı gördükleriyle,
duyduklarıyla, hissettikleri ile kesintili olarak algılıyordu. Bu kelimelerden
başka düşündüğü hiçbir şey yoktu. Diğer bir kelime aklına gelene kadar uzun bir
süre sadece o kelimeyi düşünüyordu. Enerji kelimesi aklına gelince dakikalarca
belki saatlerce sadece o kelimeyi düşünürdü, enerji olurdu o anda . Farklı bir
şeye, nesneye yada hisse kapılana kadar enerji oluyordu.Beyni çağrışım
yöntemiyle çalışıyordu. Tüm bunları düşünmek bir gün onda muhakkak ki ciddi
hasarlara neden olacaktı. Vücudu başka şeyler yaparken, o kafasında bambaşka
bir hayat yaşıyordu. İkisini bir arada götürüyordu. Biri diğerinden
besleniyordu. Paraya ihtiyacı olmasa kesinlikle çalışmazdı. Kendini de verimsiz
hissetmezdi. Daha çok insan gücü için yapılan bu dayatmalara boyun eğmezdi.
Hergün yatmadan “yarin geçecek ama nasıl?” diye soruyordu kendine. “Yaşamak için yazabilirim. Ölene kadar yaşamak.” Ne de olsa
çoğu insana, Onu nasıl bilirdiniz? deseler hepsinin vereceği cevap “kaçık”
olacaktı ve insanlar kaçıkları okumayı severlerdi. Bu durumu tuhaf bulsa da ,onu
tuhaf ve kaçık bulan insanlar ona sadece tuhaf ve kaçık olduğu için saygı
duyuyordu. Kaçıklık bu dünyada alkışlanacak bir şeydi. Bu durumda onun akıl
sır erdiremediği garipliğiydi hayatın.Günler bir şekilde geçmeye başlamıştı. Zırvadan öte olamayan yazıları yayınlanmaya başladı. Onun için beğenilmenin anlamı düzenli gelir,evde daha
fazla vakit geçirme imkanı,yalnız kalabilme ve konfordu.Git gide kalabalığa da
karışmak istemiyordu. Kendisinin arkadaşı olduğunu sanan kişiler onu evinde
ziyaret etmeye başladılar. Modern çağın Oblomow’u diyorlardı ona oysa ki Oblomow, bir mektup yazmaya bile üşenirdi. Biliyordu kendince, eğer Oblomow gibi parası olsaydı
yine de yazardı. Onu hayatta tutan tek şey yazmaktı. Bu kadar kelimeyi,
düşünceyi, kavramı zihninde tutamazdı. Akmalıydı onlar dışarı. Orta çağda insanı
iyileştirmek için vücuttan kan akıtırlardı, o da ruhunu iyileştirmek için
kelime akıtıyordu. Uzun zaman sonra kendine “yalnız olmayı isteyebilmek için
artık daha fazla ihtiyacım kalmadı diye itirafta bulundu.Yazmak ona dış dünyayı
unutturmuştu. İnsanlar yine bir yerlere çağırıyorlar, Feza için
endişeleniyorlar, O da yeni bahaneler buluyordu. “rahat bırakın beni” diye
haykırmak istiyordu suratlarına. Ama yapamazdı üzgün yüzlere dayanamazdı.
Kırılmış kalpler ona acı verirdi.“Beni yalnızlıktan kurtarmak istiyorlar. Kendi
yalnızlıklarından sıkılıyorlar ve beni de mutsuzluklarına çekmek
istiyorlar.Yaşamak için başkalarına bağımlılar. Bu bir hastalık”. Hasta
oldukları için üzülüyordu arkadaşlarına. Dayanamayıp bağırmamak için kendimi
zor tutuyordu. Kendi içinden, kendisinden başka kimsenin duymayacağı bir
şekilde zihninden cevap veriyordu onlara. Bağırmak laf anlatmak için bile
mecali yoktu onun. Düşünmek basit bir eylemdi onun için. Uzun zaman yazarak ve
yalnız kalarak geçti. Güzel huzurlu zamanlar. Telefonunu telesekretere bağladı
ve kapıyı habersiz gelen hiç kimseye açmadı. Zaten arkadaşları ne kadar ısrarcı
olsalar da iş için bırakılan mesajlardan başkasına cevap vermiyordu.Artık
insanlar onu bir zaman sonra aramaz oldular. Yavaş yavaş kendine gezi programları
hazırladı. Dergiden kazandığı parayla bir fotoğraf makinesi aldı. İstanbul’un
her anı tablo gibiydi onun için. Gezilere çıkıp fotoğraflar çekiyor ve
içlerinden seçip gönderdikleri de dergide yayınlanıyordu. Her gün akşam
yemeğini yedikten sonra evinin yakınındaki parka gidiyordu. Parkta zaman
geçirmeyi seviyordu. Günün en güzel anları ağaçların altında oturup kuş
seslerini dinlerken geçiyordu. Bankın karşısında bir havuz vardı akan suyun
sesi onu dinlendiriyordu. Dinlenip su içmek için gelen kuşlara yem veriyordu.
Evdeki yemeklerden oradaki kedilere, köpeklere dağıtıyordu. Bir gün yine parka
gitti. Yanında yine yemler ve yemekler vardı. Yemleri attı, yemekleri yine
ağaçların altında her zamanki yerine bıraktı ama hiçbir hayvan yemlere de,
yemeklere de gelmedi. Etraf sessizdi üzüldü biraz ama sadece alışkanlıklarının
dışına çıktığı için. Banka oturdu ve
yine yaprak ve su sesleri arasında gökyüzünü izlemeye koyuldu. Sanki yanında biri varmışçasına anlatmaya başladı yanında onu cankulağı ile dinleyen birinin olduğunu hayal etmeyi seviyordu.
“Acaba Hz. Muhammed’e oku diye vahit
geldiğinde o da böyle içinde şimdi kendisinin anlatmaya duyduğu gibi okumaya
karşı yoğun bir istek duymuş muydu? Kayıtsız şartsız okumak istemiş miydi. Ve yine başladı anlatmaya
“
Yalnız kalmak istiyorum. Yalnızlık beni diğerleri gibi korkutmadı hiçbir zaman.
Bu psikolijik bir rahatsızlık mı bilmiyorum. İnsanlarla olduğum zaman klavyemi özlüyorum,bazen yastığımı, tavanımı özlüyorum. Nedense tüm bunlara insanlardan
daha fazla değer veriyorum. Kendimi gitgide bu dünyada fazlalık gibi
hissediyorum. Gereksiz bir ayrıntı fon dekor gibi. Filmlerde arkadan geçen biri
gibi. Olmuyor. Su olsam, aksam, süzülsem, denize ulaşsam, sıcak olsa,
buharlaşsam, karışsam havaya atmosferin de dışına çıkabilir miyim? Seyretsem
her şeyi, tüm evreni, sessizlik, huzur istiyorum. Sıkılmaktan sıkılmak
istiyorum. Bunalınca uykuya kaçıyorum.Anlamsız Anlamsız olduğu için garip,
garip olduğu için anlamlı rüyalar görüyorum.”
Kelimeler
ardı ardına sağanak bir yağmur gibi beynine yağıyordu. düşüncelerinin vanasını açıp; vananın sapını da uzaklara atmış gibi durduramıyordu kendini...
“Bir
şey demek istiyorum ama ne demek istediğimi kendim bile anlamadım henüz.
Anladım belki ne anladığımı anlamak istemiyorum. Durakta otobüs bekler gibiyim.
Hangi otobüs deseler, nereye gideceksin deseler donar kalırım. Filmlerde hep
bir soru vardır .Her şey nasıl bu hale geldi? Geldi işte! Önemli olan şimdi.
Hep şimdi. Var olan tek şey şimdi. Einstein özür dilerim. Ama benim tek
yaşadığım şimdi. İkizim yok. Olsa dahi onu uzay mekiğine bindirip ışık hızından
daha hızlı hareket etmesini sağlayamam ve onu burada on yıl bekleyemem. Sonra
kim daha genç kalmış yarışına giremem. Yapamam. Devam ediyorum sadece.
“
Değişiyorum. Benle birlikte milyonlarca hücre. Değişiyor. Ortaokul öğretmeni, anneme
benim için burada değil bu dünyada yok sanki dediğinde belki haklıydı. Belki ben hiç burada
olmadım. Hep var gibi yaptım. Hayatım hep gibi yapmakla geçti. Mümkünse beni
dondurup bir kavanoza koyun ve sonsuza dek saklayın. Kavanozun camına tam
gözlerimin bakar gibi yaptığı yere siyah bir nokta koymayı unutmayın. Ve ben
başlangıca bakarak, orada sonu bekleyeyim. Bu umutsuzluk değil. Kendini
boşlamışlık, yada depresyon değil, herkes sizin gibi hissedemez çok denedim
olmuyor. Ben kendimi ancak böyle hissediyorum. Annemin dediğine göre bir bebeğe göre
fazla ciddiymişim. Yaradılış, var oluş her neyse. Herkes kendi düşüncesine göre
anlamlandırabilir. Kavram önemli değil. Önemli olan, olan. Gibi yapmaya da alıştım
farklı olabilir miyim? İstediğime ulaşırsam onu ister miyim? Düşünmemek gerek.
Önemli olan şimdi. Yaşa sadece. Yaşamak istiyorum. Yok olmak istemedim. Devam
etmek istiyorum. Ama başka şeylerde başka yerlerde.Havada, suda toprakta,
gökyüzünde bilinçli yada bilinçsiz olarak varolmak istiyorum . Olmak ya da
olmamak gerçekten bütün mesele bu. Olmalı mı olmamalı mı? Bu da çözülmesi
gereken soru. Cevap ben. Sormaya gerek yok. Düşünüyorum, varım. Oldum bir kere
bunu mesele etmemeli. Ama bu süreklilik arz eder mi? Oldum bi kere istesem de
istemesem de sürecek. Döngü tamamlanacak bir şekilde… Döngü,ying yang,siyah
nokta. Kalkmalı mıyım buradan senin yanından eve mi gitmeliyim? Değişik bir
soru. Evet. Kalkmalısın, yemelisin, içmelisin, konuşmalısın, özlemelisin,
sevmelisin, uyumalısın, uyanmalısın. Nedir bunları istememizi sağlayanlar?
Hücreler birleşip ne isteyeceğimize karar mı veriyor? Kalp adrenaline ihtiyacı
olunca birini sevmek mi istiyoruz? Yada yumurtalar artınca onlar döllenmek mi
istiyor? Kim kendilerine en yi baba olabilirse tür kendini devam ettirmek için
onu mu seçiyor? Dopamin, salgı,hormonlar. Bizde bunlara aşk mı diyoruz? Ne
diyoruz? Çok karmaşık. Bir o kadar da basit. Ama basit olmamalı. Her birinin
derin anlamları olmalı değil mi?
Hepsinin bir anlamı var her şey basit bir o kadar da karmaşık. Ben de
ben de evrende karmaşık ama hepsinin bir nedeni var ama önemli olan neden
değili önemli olan "olan"
Belki nedenini kurcalamamalı ama bilmeye anlamaya ihtiyacım var. Bu bedende her şeye ihtiyaç
var. Sevgiye, aşka,yemeye içmeye, konuşmaya uyumaya,yaşamaya ama bunların
dışında sana ve çevrendekilere zarar verecek olan öfkeni göstermeye ve
saldırganlığa da ihtiyaç var. Sigara içip de öldürebilirsin bir sürü beyin
hücresini. İntihar edemezsin kendini öldüremezsin ama öldürmeye yardımcı olacak
şeyler yapabilirsin. Alkol, uyuşturucu yada sigara daha zararsız kabul
edilebilir. Kimse sana seni cehenneme göndereceğiz demez sigara sağlığa
zararlıdır,öldürür yazarlar üstüne ama ölünce ne olacağını söylemezler. Ölmek
nasıl bir şey? Merak ediyorum.
Bence biliyoruz ama hatırlamıyoruz. Vücudunda her gün pek çok canlı ölüyor
senden pek çok hücre ölüyor yeniden doğuyor,yenileniyor. Ama
deneyimleyemiyoruz.
“Keşke
başarılı olsaydım öğrenmiştim. Çocukken tanrı var mı yok mu diye meraktan ilaç
içip, ölmeyi ve tanrı ile konuşmayı denemiştim. Ama çocuk aklım işte annemin bundan
bir tane bile içsen ölürsün dediği ilaçtan, kendimi sağlama almak için iki tane
içmiştim. Tabi sabah beni annem okula gitmek için uyandırdığında ise tam bir
hayal kırıklığıydı. Öldükten sonrada aynı hayatın devam ediyor olduğunu
düşünmüştüm. Hapların sersemleştirici
etkisi de olabilir elbette. Hiçbir din beni cehenneme göndermez diye
düşünüyordum çünkü çocuktum. Çocuklar cennete cennete giderdi bütün dinlerde. Bende
çocuk olduğumu bildiğim için cehenneme gitmeyeceğimden emin olarak içmiştim o ilaçları.
Yıllarca bunlarla büyüdüm yaradılışıma karşı koyamam, yok olmayı kabul edemem,
her canlı varlığını sürdürmek ister ve benim vücudumda trilyonlarca canlı var
ve hepsi bir arada yaşamak istiyorum diye bağırıp beynimi yıkıyorlar. Beynim de
onlardan biri. Kendi kendine ihanet ediyorsun haberin yok sefil beyin diyorum
dinletemiyorum. Alan memnun, satan memnun. Bende memnunum hayatta olmaktan ne
yapayım vücudum yıllardır kulaklarıma aynı şeyi fısıldıyor başka seçeneğim yok.
Hep bir bahanem var. Umarım herkesin bir bahanesi olur. Sende bulabilirsin
kendine bir bahane. Benim hayatım; gerek vücuduma, gerek çevreye, gerek sosyal
ortamıma, gelenekler göreneklere, tutumlara, hallere, davranışlara, içgüdülere,
bastırmalara, yansıtmalara göre sürüp gidecek. Sevmek isteyeceğim, sevilmek
isteyeceğim ama hep istemekle kalacak her şey ama yinede isteyeceğim. Bazıları
tarafından sevilmemek isteyeceğim. Her gece her yattığıma yatacağım odanın da
çizdiğim çizeceğim siyah noktaya bakarak sigaramı tüttüreceğim. Yastığımın
yumuşak ve yüksek olmasına dikkat edeceğim. Palyaçolara sanırım hiçbir zaman
sıcak bakmayacağım. Bulduğum her -X ışını- boya altını görebilen gözlerimle
palyoçaların yüzlerini inceleyeceğim. Neden? Neyden saklandıklarını merak edip
duracağım. Ahhh. Sussam Bende anlatmak istiyorum zaman zaman ama ne
anlatacağımı bilmiyorum kelimeler çıkmıyor bir türlü çıksa bile anlamlı
cümleler oluşturmuyor. Düşünceler sırasız benim bile aklım yetişmiyor. Ne
çağrıştırıyorsa her kelime onları kafamı dağıtıyor bir şeyle binlerce şey
süzülüyor beynimden ağzıma doğru hiçbir kelime bir biriyle tutmuyor. Cümlelerin
sonu yok. Sanki herkes gerisini kendisi anlasın der gibi. Aslında konuşurken
konuşmak anlamsız geliyor. Getiremiyorum gerisini toparlayamıyorum kafamı.
Sürekli saçmalıyor gibi hissediyorum kendimi. Kafam başka şey diyor ağzımdan
başka kelimeler çıkıyor. Dilimden dökülen her sözcük Bağımsız Kelimeler
Cumhuriyeti’nin tuhaf vatandaşları gibi…
Her şeyde bir
anlam arıyorum evet var ama her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilmek yeter belki , uzaktan bakarak bütünü görmeli. Sen
hayatı istedim ve hayat bana verildi. Tüm bunları deneyimlemem gerekiyordu
beklide izleyici olmak için geldin dünyaya. Bu dünyada savaş,açlık,cahillik,
bilgelik, zulüm ve hoşgörü hepsi bir arada ve hepsi bir diğeri ile anlamlı her
şeyin kusursuz olduğu bir dünyada sıkılırdım. Görmek tatmak ve
yaşamak istediğim için geldim buraya ama ayak uydurmak ve yapmak zorunda
değilsin izlemek ve görmek gerek. Şimdi yalnız kalmayı istiyorum. Demek ki
gördüklerim ve deneyimlediklerim bana yetiyor şu anda olmak istediğin yerde miyim?
Sanki burada zamanım bitmiş gibi yoruldum
gördüklerimden ve yaşadıklarımdan. Her şeyi, kendimi geriden izler gibiyim iki
ben var sanki. Bir türlü aradaki koordinasyonu oturtamıyoruz. Bağı kuramadık
uyumlu çalışamıyoruz. Başkasının hayatı,başkasının arkadaşları gibi geliyor tüm
bunlar bana. Arada kopuşlar gelişler. Hayatımın sonuna kadar anlatsam yada
yazsam bitmeyecek gibi. Hayat dursa yüzyıllar beni yaşlandırmasa. Tüm dünya yok
olsa. Arada başka ırklardan burayı incelemeye gelseler, beni hala klavyenin
başına binlerce hard disk doldurmuş bulabilirler. Ne dediklerimi anlamaları
biraz zaman alabilir hatta şifreli yazışıyorum, daha derin ulvi bir amacım var
zannedebilirler. Bundan kendilerine göre anlamlar çıkartıp yorumlayabilirler.
Tıpkı herkesin yaptığı gibi. Ben hiçbir şey demiyorum yalnızca ağzımdan çıkan
anlamasız kelimeler sana göre gelişi güzelde olsalar bir cümle gibi
gözükebilir. Ama hiçbir şey demedim şimdiye kadar söylediğim hiçbir kelime
yerine oturmadı. Bende kendi kendime davranışlarımın bir savunma mekanizması mı
denetleyemediğim yoksa başka bir şey mi Uyumluymuşum gibi yapmak mı? Anlayamadım
karar da veremedim. Evet. Tüm bunlar şifreli msj gibi algılanıp evrenin dört
bir yanına bir deli saçmasının saçmaları gibi saçılıp dağılabilir. Komik. Bende
tüm bunları uzaktan izlesem ve gerçekten hiç gülmediğim kadar katıla katıla
gözlerimden yaşlar gelene kadar gülsem. Tanrım yada her neysen gerçek mutluluk
bu olmalı desem. Sende böyle neşeleniyor musun bizle?. Sürekli konuşuyorum,huysuzum sürekli
sızlanıyorum bir yandan da aslında içimden derinden bir yerlerden mutluyum.
Bilmiyorum her ne olursa olsun derinde bir yerlerde çocuklarının
yaramazlıklarını izleyen huysuzlanıp içten içe gülen anneler gibi mutluyum.
Tahmin edemeyeceğin kadar daha az şeyden, daha da mutlu olabilirim. Belki bunun
bildiğim için mutluyum. Kendi kendimle dediklerimle çelişmiyorum. Sadece
dediğim gibi şimdi var. An var. Hissetiğimi söylüyorum. Aklıma ne gelirse
incelemeden, düzeltmeden, bakmadan elime ne gelirse binlerce yazım yanlışı yada
noktalama hatası olsun benim söylediklerimden kelimeler ağzımdan çıkan gibi
farklı yerlere gitsin önemli değil.
“Hayatım
bu şekilde geçiyor. Yazmak olmasa,
şikayet ettiğim şeyler olmasa iyice bırakırıdım kendimi akışa … Hep aristokrat
toprak ağası olmak istemişimdir. Fakat işlerini yapacak, parayla ilgilenecek,
sadece hesabına yada kasasına gelir koyacak birileri olan ve bunlara kafa
yormayan, sohbetlerle kitaplarda boş toplantılarla vakit geçiren, gittiği her
yerde asil bir unvanı olan ama bir işe yaramayan 1800’lerin klasik
romanlarındaki gibi tiplerden olmayı isterdim. Biliyorum en çok o zaman mutlu
olurdum. Mutluluğumun doruklarında olurdum. Ama yinede sistemden insanlardan
sızlanırdım dert edecek bir şeyler bulurdum. Ama derinlerde ama yüzeye çok
yakın derinde mutluluk. Hayat benim anladığım hayat. Bazen dile getiriyorum
bunu sanırım. Öylesine istiyorum ki dudaklarımdan süzülüyor. Herkes ister deme!
. Değil öyle değil sakın iddialaşma! Ya da seni anlıyorum demesinler. Ben bunu
hep diyorum ama anlamıyorum. Dinlemediklerini bu kadar açık açık belli
etmesinler. Herkes önemsenmek ister. Anlaşılmak. Anlaşılmamaya çalışsa da.Bir şey
var, bekliyorum biliyorum gelecek. Sanki her şey o zaman düzelecek. Vazgeçmeyeceğim.
Mecnun gibi ben Leyla’yı değil onun hayalini, Ona kavuşmayı çalışmayı ,onu
beklemeyi seviyorum.İki tane ben var sanki. Biri yaşıyor, biri izliyor. Yüzüme
hızlı bir tokat inse ya da yüksek voltajda gerilime maruz kalsam iki benlik bir
birine sarılır mı korkudan birlikten kuvvet doğar diyerek birbirlerine yardımcı
olurlar mı? Olmazlar benim gibi benliklerim de bencil. Sadece kendileri ile
meşguller başkalarını görecek gözleri yok. Kendilerini bile başkaları olarak
görüyorlar… Sanırım uyumalıyım anlamsız rüyalara ihtiyacım var. Seviyorum
onları
Gökyüzü yıldızlar öylesine güzeldi
ki. Ne kadar küçük olduğunu hatırlatıyordu kendine onlara bakarak. İnsan
sorunları ile bütünleşiyordu. Kafasında sorunları öyle çok kuruyordu ki.
Yıldızlara baktığında bir anda vücudunda ayrı bir yerde kendisini tepeden bakar
buluyordu. Ağır çekim bir kamera kendisinden uzaklaşıyordu. Önce yavaş yavaş
sonra gittikçe hızlanarak yükseliyordu. Bina, mahalle, semt, şehir, ülke,
kıtalar, dünya, güneş sistemi, en tepede bir yer yoktu öyle boşluktan her şeyi
izliyordu. Kendinden uzaklaştığı tek anlar bunlardı. Orada sorun yoktu. Kendi
görünemeyecek kadar küçüktü. Sorunları da öyle. Artık her şey üstüne üstüne
gelmeye başladığı zaman başvurduğu hap buydu.
Gçenlerde gördüğü rüya aklına geldi
Çimlere uzanmış yatıyordu gökyüzünü izliyordu. Yine yağmur yağmaya başladı ve
şekillere dönüşüp canlılar meydana geldi. İnsanlar meydana geliyordu bu şekillerden. İnsanlar, büyüdüler,yayıldılar, evler şehirler meydana geldi, güldü insanlar, ağladı, birbirlerini öldürdüler, sonra yardım ettiler, uluslar oluştu, yok
oldu. ..
“Bir
japon filmi izlemiştim. İnsanlar öldükten sonra bir yerlerde toplanıyorlar
hastane ile film stüdyosu karışık bir yerdi. Orada da çalışanlar vardı ve gelen
insanları karşılayıp bir görüşme odasına alıyorlardı. Onlara önlerinde bir
hafta olduğunu, bu süre içinde hayatta en mutlu anlarını seçmelerini, bu anda
sonsuza dek kalacaklarını ve o mutluluğu sonsuza dek yaşayacaklarını
söylüyorlardı. İnsanlar o anı bulmakta o kadar zorlanıyorlardı ki. Filmin
gerçekliği zorlanmalarında yatıyordu sanki. Yada ben öyle düşündüm. Geriye
baktıklarında mutlu bir an bulamayan pek çok insan vardı. Film boyunca düşündü
ve hala düşünüyordu. Ben hangi anı seçerdim diye. Akılında bir tek an var
gerçekten mutlu olduğum. Mutluluk denemez gerçek bir huzur saf katıksz bir
huzurdu hissettiği, filmin kahramanınkine belki yakın biraz. İlk sorduklarında
aklına gelen an. Ama sonsuza dek o anda kalmak ister miydim emin değildim. Tek
başına. Orda oturabilir miydim aynı yerde. Sonsuza kadar. Filmdeki adam kendini
yalnız düşlese de yalnız değildi. En azından orda sevildiğini biliyordu. Bankta
yanında oturan biri vardı. Ama O bankta ben hep yalnızdım. Tek mutlu olduğumu
hissettiğim anda yalnızdım. Ama sevildiğimi bilsem daha mutlu daha huzurlu
olurdum gibi geliyordu. O yüzden emin olamıyordum o andan. Şimdi biliyorum
neden olduğunu.”