Yeşilçam’ın
unutulmaz aktörü, Ses Mecmuasının açtığı bir yarışmayla sinema hayatına başladı.
Kısa sürede başarılı oyunculuğunun yanında, beyefendi duruşuyla hepimizin
kalbinde büyük bir yer edindi. Filmlerini defalarca görmüş olmamıza rağmen, yine
izlemekten kendimizi alamadığımız Ediz Hun; başarılı bir sanatçı olmasının
yanında, bir bilim adamı ve siyasetçi. Saygı duyulacak pek çok sıfatı isminin
önüne getirebilmiş bir sanat adamı... Dudaklarından dökülen kelimelerin derin
anlamaları ise, Ediz Hun’u, Ediz Hun yapan felsefenin temel taşları...
"Seviniz, öğreniniz ve öğretiniz. Ölmezliğin kutsal yolunun
dikenli ve yokuşlu oluşundan korkmayınız. Ölmezlik, umduklarınıza kavuşmakta
değil; insanlara ve insanlığa beklediği sevgiyi sunabilmekte saklıdır. Hayatta
şöhret geçicidir. Servet ise; bir şey ifade etmez. Ehemmiyet arz eden, insanlara
eş olabilmek, onların dostluğunu
kazanabilmektir."
Sizinle kısa bir zaman yolculuğu
yapalım... Sinemaya nasıl başladınız?
Kimileri buna kader der, kimileri de tesadüf... Almanya Wuizburg’da
Diş Hekimliği okuyordum. İstanbul’a
tatile gelmiştim. 1963 senesinin Temmuz ayıydı. Büyükada’daki villamızda,
babamın arkadaşları ile oturuyorduk. Acar Filmin genel müdürü Sabahattin
Sürmeligil de oradaydı. Oyuncu seçmeleri için yarışmalar yapıldığını ve benimde
yarışmalarda şansımı denememin iyi olacağını söyledi.
Size bu öneri
sunulduğunda nasıl karşıladınız?
Ayhan ışık ve Göksel Ersoy ‘un sinemada olduğu zamanlardı.
Ben daha 22 yaşındayım. Şansımı denememi istediklerinde, bir sakınca görmedim, genç
biri için değişik bir deneyim olacağını düşündüm.
Hangi yarışmaya
başvurdunuz?
Ses Mecmuasının bir yarışması vardı. Ses, bizim zamanımızda
önemli bir dergiydi. Ben de
fotoğraflarımı çektirip, Ses Mecmuasına gönderdim. Çetin Emeç’ten 15 gün sonra
mektup geldi. Mektupta “İlk elemeleri kazandınız. Divan yolundaki merkezimize
sizi bekliyoruz” yazılıydı. Olumlu cevap geleceğini tahmin etmemiştim, çok
şaşırdım.
Yarışmaya katıldınız.
Yarışmada sizin dışınızda kimler vardı?
Yarışmada Tunç Oral, Ertuğrul Akbay vardı. Ertuğrul Akbay,
bildiğiniz Gölge Adam. Süleyman Turan, Hülya Koçyiğit, Ajda Pekkan da oraydı.
Yarışma nasıl
sonuçlandı?
Divan yolunda, sonuçlar hemen belli olmadı. Bize daha sonra
farklı bir mektup daha geldi. Mektupta “Sizleri yarışma için, Bayramoğlu’ndaki
plajda bekliyoruz” yazılıydı. Yarışmada 6 film şirketi vardı. Kazananlara,
birer film garanti ediyorlardı. Film başına 12.500 TL veriyorlardı. O dönemde çok iyi paraydı. O
paranın üç katı ile Mercedes alabiliyorsunuz.
Değişiklik olsun diye
katıldığınız yarışma, sizi farklı bir hayata sürükledi.
Benim kazanmak gibi bir iddiam yoktu. Özellikle de, atletik
yapılı gençleri gördükten sonra... Ben ince yapılı biriyim, sadece omuzlarım
geniştir, dereceye girmeyeceğimi düşündüm. Ertuğrul ise iddialıydı ve zaten önü
de açık oldu. Kızlarda Ajda Pekkan, erkeklerde de ben seçildim.
Seçilince tepkiniz
nasıl oldu?
İsmim okununca çok şaşırdım. Bizim ailede, sinema ile
ilgilenen hiç olmamıştı. Babam makine mühendisi, annem ise felsefe öğretmeniydi.
Sanattan hoşlanırlar. Hatta annem resim çizer ama sinema ayrı bir konu. Hiç
düşünmemiştim. Sadece yarışmada güzel vakit geçiririm, birkaç insanla tanışırım
zannediyordum. Böylece sinemaya adım atmış oldum.
Yarışmadan sonra da
film çekimleriniz başladı. İlk filminizden biraz bahseder misiniz?
İlk filmimin
adı Genç Kızlardı... Genç kızlar dediysem, yanlış anlamayın sakın, filmde genç
bir kızı oynamadım. Bir kız lisesinde, öğretmen rolündeydim. Bedia Muvahhit de
okulun müdiresi. Türkan Şoray ile Hülya Koçyiğit’in ilk ve son kez kez birlikte
oynadıkları filmdir, Genç Kızlar...
İlk film setinizde sizi neler
bekliyordu?
Sete girer
girmez elime, Bond çanta verdiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Sınıfta bir sürü
kızın karşısına geçirdiler. Kalakaldım. Kızlar da benim o halimden anlamış
olacaklar ki; kıkır kıkır gülmeye başladılar. Kamera karşısında tecrübeniz
yoksa kasılıyorsunuz. Sete girer girmez de çekimler başlamıştı.
Filminiz başaralı oldu ama...
Film
başarılı oldu ama ben filmi seyrettiğimde, kendimi beğenmedim. Kaskatı duruyorum
sahnelerde, rahat değildim. Nasıl poz vereceğimi bilmiyordum. Filmden sonra bir daha aynı duruma düşmemek
için, Süleyman Turan ile Şilede, Adalarda eve kapandık ve çalışmaya başladık.
Senede 9- 10 film çeker olduk ve 73-74 senesine kadar geldik.
Günümüz sinemasından, eski Türk
filmlerindeki duyguyu alamıyoruz. Bunun sebebi nedir?
Biz
hissederek oynuyorduk. Bir aşk sahnesi çekerken, gerçekten âşık oluyorduk.
Bizim dönemimizdeki gibi oyunculuk artık kalmadı. Hatta o zamanlar sinema,
şimdiki kadar kolay da değildi. Filmlerin sahnelerini beğenmeyince tekrar
edemiyorduk. Sahnenin iyi olup olmadığını görebilmek için, filmlerin banyo
edilmesi, montajlanması gerekiyordu. Şimdi monitör diye bir alet var ve
sahneleri izleyip değiştirebilme imkânınız var.
Yeşilçam filmlerinde görüntü kadar
ses de önemliydi? Halkı, filmlere oyuncuların dışında sesleri de çekiyordu?
Sesin ve
görüntünün senkronizasyonu çok önemli. Siz bir erkeği ya da bayanı
beğenebilirsiniz ama sesi kötüyse; izlemezsiniz. Bizim zamanımızda seslendirme
vardı, kendi sesimizle konuşturmazlardı.
Sizleri kimler seslendiriyordu?
Hayri Esen,
Abdurrrahman Palay , Toron Karacaoğlu ... Toron, Cüneyt Arkın’ı seslendirirdi.
Abdurrahman, daha sonra işi dejenere etti.
“Nayır, nolamaz” gibi kelimeler kullanmaya başladı. Bilhassa bunu Cüneyt’in
filmlerinde yaptı. Ben, onun yaptıklarını hiç tasvip etmedim. İşi yapacaksan
düzgün ve adabıyla yapacaksın.
Sizin sinemaya ara vermeniz hangi
döneme denk geliyor?
Ben
evlendikten sonra Yeşilçam, yavaş yavaş kendini yemeye başladı. Bir takım
maceraperestler ortaya çıktı. Bu maceraperestlerin filmlerinde de, 3 kuruşa
tamah eden oyuncalar oynadılar.
Şimdi bu kişiler ne yapıyorlar?
Bu insanlar,
hala Türkiye’de önemli yerlerde, bir sanatçı olarak değer görmekte ve takdir edilmekteler.
Bu kişiler, Türk Sinemasının batışına sebep oldular. Açık saçık filmlerde
fütursuzca çalışmış olmalarına rağmen, önemli firmaların reklam kampanyalarını,
yine bu kişiler yönetiyor. Bir insan hayatı ile şeref duyarak yaşamalı.
Sinemanın ustası, usta oyuncu gibi
isimlerle de karşımıza çıkıyorlar.
Seyirci tabi
onları başka türlü tanıyor. Bizim halkımız, geçmişi ve yapılanları çok çabuk
unutuyor. Bu kişileri, bir idol haline getirdiler. Bu insanlar, sizin
seyredemeyeceğiniz filmleri çektiler. O zamanlar, bende Berna ile evliydim.
Kızım Bengü ise, bir yaşındaydı. İyi filmler artık çekilmez oldu. Açık filmler
furyası aldı başını gitti. Dedim ki; “Ediz bu iş bitti. Sen yeni bir yola çık.”
Yeni seçtiğiniz yol sizi nereye
götürdü?
Ben çok
azimli bir adamım. Şu anda Üniversiteye girsem birincilikle bitirebilirim. Yurt
dışındaki belli üniversitelere başvuru yaptım. Bütün resimlerimi topladım ve
bir zarfa koydum, “Türkiye’de tanınmış bir sanatçıyım ama aynı zamanda
biyolojik çalışmalarımda var” yazarak üniversitelere gönderdim. Dünyada ilk defa iguana-iguana adlı büyük
kertenkeleyi ben ürettim.
Bu çalışmalarınıza karşılık üniversitelerin
cevabı ne oldu?
İlk Oslo’dan
kabul ettiler . Üniversitenin evliler yurdu da vardı. 1976’nın ağustosunda
Norveç’e gittim. Norveç’de dil kursuna başladım ve birincilikle bitirdim. Üniversiteye
başladım. İlk başlarda, dil konusunda kursta birinci olmama rağmen, zorlandım
ama sonunda başardım. Üniversiteyi
ikincilikle bitirdim.
Size yurt dışından hiç teklif geldi
mi?
Londra’dan
geldi. Yapımcı beni aradı ve “acaba buraya, bir deneme filmi için
gelebilir misiniz?” dedi. Avrupa'da, “Ediz gel, başrolde oyna” demezler. Ne
kadar başarılı olursanız olun, bir deneme filmi çekmek isterler. Ayrıca;
İngilizce de bilmek gerekir.
Siz ne
cevap verdiniz?
Dedim ki; “Çok teşekkür ederim ama ben Oslo’da üniversite okuyorum”.
Yapımcı, arkeoloji ya da sanat tarihi okuduğumu zannetti. Biyokimya okuduğumu
söylediğimde, oldukça şaşırdı. Okula yeni başladığım için gelemeyeceğimi, ama daha
sonra farklı projelerde beni tekrar arayabileceklerini ilettim. İngilizler de
nazik insanlar, “peki teşekkür ederiz” dediler. Sonra tabi bir daha ne aradılar,
ne de ben böyle bir şey düşündüm. Bir işe girdiğin zaman; onu bitirmelisin.
Bende üniversiteye başlamıştım ve bırakmak istemedim. Hayatta birçok tesadüfler
var. Ya değerlendirirsin ya da değerlendirmezsin.
Dönünce
neler yaptınız?
1985 de Duygusal filmlerin yönetmeni Orhan Aksoy ile Reşat Nuri
Gültekin'in "Acımak" adlı çok önemli bir eserini çektik... Türkiye'de
ihanet, hiçbir zaman affedilemeyen bir mesele olduğundan; o zamana kadar “Acımak”
hiç filme alınmamıştı. İlk kez çekilecekti. Film de başrol oynayan kişiye, karısı
ihanet ediyordu. Bir jöne ihanet olamazdı ama biz Orhan'la "Acımak"
adlı eseri yedi bölüm olarak çektik. Dizi TRT’de oynadı.
Halk
nasıl bir tepki gösterdi bu diziye?
Filmin sonunda çocuk ölüyordu. Sabaha kadar telefon susmadı, “Ediz bey,
ölmediniz değil mi?” diye. Biz Türkler çok duygusal bir toplumuz, hasletlerimiz
var, çok hassas ruhluyuz.
Daha
sonra dizi çalışmalarınız oldu mu?
Acımak dizisinden sonra, Osman Sezer'le bir kaç dizi çalışması daha yaptık.
Ama artık çok fazla çalışmıyorum. Geçen sene, bestekar Zeki Müren'in son 15
günü yansıtan, belgesel niteliğinde “Çığlık
çığlığa, sevda” adlı bir film çektik. Film, henüz sinemalar da oynamadı.
Dizilere devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Ben profesyonel bir sanatçıyım. Dizilerde çalışmam çok zor, çünkü;
pazartesi günleri gazetedeyim, salı günleri Bahçeşehir Üniversitesi’ndeyim,
çarşamba günleri Okan Üniversitesi, perşembe günü seminerler, toplantılar
oluyor. Bu sömestra kadar Maltepe Üniversitesinde Sinema Oyunculuğu ve Türk
Sinema Tarihi dersi veriyordum. Dolayısıyla çok yoğunum.
Sizin
bir de siyasi bir döneminiz var. Nasıl başladı siyaset?
Tesadüfler... 1996 yılının başında Erdal Aksoy o zamanlar ANAP'ın
İstanbul İl Başkanıydı. “Yeni bir kuruluş içindeyiz, sizlerinde aramızda görmek
istiyoruz” diyerek beni partiye davet ettiler. Şerefle kabul ettim. İl Başkan
Vekilliğini ve Kültür Sanat ve Çevreden Sorumlu Başkanlık görevini verdiler. 196
ve1999 yılları arası bu görevlerde bulundum.
Sinema
aktörüydünüz? Sizi siyasetçi olarak ta algılayabildiler mi?
Algılayabiliyorlardı. Çünkü benim çevreyle ilgili çalışmalarımı
biliyorlardı. 1983’den itibaren Marmara üniversitesinde, hem doktora
talebelerine, hem de lisans talebelerine hocalık yapmaya başlamıştım. Çevrenin
çok önemli olduğunu, doğal değerlerin korunmasını bununla ilgili hizmetim
olacağını söylüyordum. Yani kendimi tanıtmak istiyorum. Ve daha sonra
seçimlerde, Mesut Bey beni 4.sıraya koydu.
Meclisten
beklentileriniz farklıydı...
Bir takım görevler olarak farklıydı. Bülent Ecevit kendi grubuyla
çalışmak istediğinden, beni Çevre Komisyonu Başkanlığı’na getirdiler. 2 senelik
çalışmalarımdan sonra, Genel Başkan Yardımcılığına getirildim.
Yeniden
siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?
Birçok teklif geliyor tabi. Henüz daha kararımı vermiş değilim.
Türkiye ye hizmet edebilirim ancak kültür ve sanat konusunda... Siyaseti
gençler yapsın. Meclise giriş yaşının indirilmesi için bir çok çalışmalarım
oldu. Siyasette gençlerin önü açılmalı. Nihayet bu seçimlere 25 yaşındakiler de
katılabilecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder