8 Mart 2012 Perşembe

ZAMAN GEÇSE DE EFSANE DEVAM EDİYOR ERKİN KORAY

ÖYL EBİR GEÇER ZAMAN Kİ…
Zaman geçebilir, tarzlar, insanlar değişebilir ama efsane devam eder… Rock’n Roll’un efsane ismi Erkin Koray,  Rock ‘n Roll ruhunun ölmediğini bize bir kez daha kanıtladı.

En sevilen şarkılarınızdan biri öyle bir geçer zaman ki? Müzikte zaman yoktur ama…
O benim yazmış olduğum güzel şiirlerden biri, arkadaşlar buldular. Özenerek yazdığım bir parçaydı. Müzik hayatım boyunca baştan savma bir şey yapmadım zaten. 40 yılda, hatta biraz daha az üstünde durarak bitirmiş olduğum birkaç parça vardır. İşimi hafife almıyorum hiçbir zaman, son dönemde bir gecede yazıp ertesi gün kayda giriyorlar. Ne kadar az zamanda yaparsak o kadar başarılı oluruz diye düşünüyorlar. Kaliteli işin zamanı olmaz her daim dinleyici bulur. Zaman tabii ki geçiyor, önemli olan kalıcı olabilmek.
Nasıl başladı bu müzik sevdası?
Sevda gibi de değil aslında, benim ki evin içinden geliyor, aileden. Ama yaradılış da var tabi. Bazen olmadığı da oluyor. Mesela benim kızım müzikle uğraşmıyor. Müzisyen olayım diye de düşünmemiştim. Kolumuzdan tutup sahneye attılar.
Kim teşvik etti sizi?
1957 yılında Alman Lisesi’ndeyken, ağabeylerimiz bizi teneffüslerde dinlemişler. Bizim grubumuzu çalması için Galatasaray Lisesi’nde bir konsere götürdüler. Konsere bizde katılıp söyledik. Ben aslında mühendis olmak istiyordum. Müzik beni bambaşka bir yöne götürdü.
İlk sahneye çıkışınız da bu konserle oldu, Nasıl tepkiler aldınız?
O zamanlar da Rock’n Roll falan yoktu, Türkiye’de bilinmezdi. Ben Rock’n Roll ile girince, salon allak bullak oldu. Gerçekten unutulamayacak bir gündü. İnsanlar ilk defa, canlı olarak Rock’n Roll dinledi. Ondan sonra da, arkası geldi. Öğrenci olduğumuz için okullarda çalmaya başladık. İlk grubumu kurdum.
Profesyonel olarak, ilk sahneye çıkışınızı hatırlıyor musunuz?
Maalesef hatırlayamıyorum. O kadar yoğun senelerdi ki, hatırlamakta güçlük çekerim. O zamanlar pavyonlarda çalıyorduk. Gençler bizim dönemimizde eğlenmek için pavyonlara giderlerdi.
Sizin zamanınızdaki pavyon kavramı daha farklıydı değil mi?
Evet, pavyonlar eğlence mekanlarıydı. Daha derli topluydu bizim zamanımızda. Gruplar pavyonlarda çıkıp söylerlerdi. Şimdiki kulüpler gibiydi.
Sizi etkileyen ve Rock’n Roll yapmaya iten sanatçılar kimlerdi?
Elvis Presley tabi ki. Biz Batı yakasının çocuklarıyız. Salyangoz da satılabilirdi, bizim mahalle de.
Bir şarkınız var, “It’s So Long” diye… Zamanının çok ötesinde bir şarkı. Sizde nasıl gelişti bu tarz?
Zamanla gelişti tabi ki. Bende, müzikle uğraştıkça, bu memlekete daha fazla bir şey yapma fikri oluştu. Ben Rock’n Roll gitarcısı ve sanatçısıyım. İngilizce repertuarım, Türkçe repertuarımdan daha fazladır ama Rock’n Roll’u Türkiye’ye de tanıtmak ve sevdirmek istedim.
Birçok grubunuz oldu ama adınız hep yalnız devam etti. Nedir bu işin sırrı?
Bir sürü grup işi, biraz söylenti gibidir. Küçük, bir plaklık işlerdi bunlar. Benim aslında iki tane grubum oldu. Biri Ritimciler, diğeri de Yeraltı Dörtlüsü; esas gruplarım bunlardır. Şarkıyı söyleyen, aranjmanı yapan, organizasyonu ayarlayan benim. Bu ağırlıkta birinin bir daha gelmesi çok zordur.
Döneminizin ve şimdinin efsanesisiniz. Tarih bunu daha da güzel cevaplandırabilecek. O dönem için The Beatles’a nasıl efsane diyorsak, bizim ülkemizde de Cem Karaca, Erkin Koray gibi efsanelerimiz var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bizim onlardan hiçbir eksiğimiz yok.
Erkin Baba olarak ne zaman anılmaya başladınız?
Çok uzun zamandır. Bende ne zaman başlandığını bilmiyorum ama yaşla ilgili değil. Rock’n Roll’un babası olarak bu lakabı kullanıyorlar. Bizde kolay kolay, müzikte bu sıfatı vermezler.
Batı müziğini doğu müziğine sentezleme fikri nasıl oluştu?
Bu konu uzmanlık alanım olduğu için gelişmiştir. Bir araştırma neticesidir. Araştırmacı bir müzikçiyim. Dolayısı ile benden çıkması doğaldır. İlk başta hep batı müziği dinliyordum. Daha sonra Türkiye’de yaşadığım için Türk Müziği dinlemem gerektiğinin farkına vardım. Çünkü biz çok Batılı yetiştik.
Sizin yaptığınız müzikte bir isyan var. Bu neyin isyanı?
Her şeyin. Somut olarak anlatılacak bir şeyi yok. Çok derin bir konudur bu.
Gençler bu kadar sizi severken, döneminizde de bu kadar sevilirken, devlet neden size bu kadar karşı çıktı?
Hala da öyle. Netice de burası bir Ortadoğu ülkesi. Devletten hiçbir zaman bir beklentimiz olmadı. Hep bizim üstümüze gelmiştir devlet, bizi anlayabildiklerini sanmıyorum. Biz ve bizim gibi insanlar ileriye dönük kişiler, batı medeniyetlerinin yansımasıdır Türkiye’de…
Doğu – Batı sentezi deyince aklınıza ilk hangi parçanız geliyor?
“Şaşkın”… Arabesk bir ritim gözükmesine rağmen, bir taraftan batı kokar… Arabistan’da bile benim “Şaşkın”ı dinliyorlar kendilerininkini değil.
Döneminin bir adım ötesinde bir parça…
Evet kesinlikle. Zaten Araplardan daha iyi yapamazsam, yapmam. Bazı değerleri, onlardan iyi yapmam lazım. İddialı bir insanım. Ben Rock’n Roll’cuyum. Hala sahnede şarkılarımı Rock’n Roll tarzında çalıyorum. Yine gitarlı, orglu…
Sizin efsane bir gitarınız vardı değil mi?
Evet var. Son derece gizli bir yerde saklıyorum. Sahnede değil ama bazen o gitarımı çalıyorum. Yıpranmasını zarar görmesini istemem. (Erkin Koray’ın bir dönem banka kasalarında da saklı, kendisi ile özdeşleşen 1961yılı yapımı Gibson marka, SG kasasında o zamanlar SG adını almamış ve Les Paul Custom olarak geçen bir elektro gitara sahiptir.)
Müzisyen iyi olduktan sonra, enstrümanın pek önemi olmaz herhalde.
Elime ne alsam, ses çıkar…
İlk elektro-bağlama da sizin eseriniz. Farklı bir çalışma.
Evet, bir örnek olsun diye.
Gitar çalıyorsunuz, bağlama neden?
Bağlamacılar bu işi çok geç kavrayacaklardı. Ben hızlansın diye yaptım.
Günümüzden bahsedelim. Bu internetin, korsanın bol olduğu günlerdeki sıkıntılara ne diyorsunuz?
İnternet tüm dünyanın sıkıntısı artık… İleri ki günlerde, umuyorum her şey rayına oturur. Daha hakkaniyetli bir dağıtım yapılabilir.
Günümüz Rock’çılarını dinliyor musunuz? Veliaht diyebileceğiniz birileri var mı?
Çok sevdiğim genç gruplar var, bir sürü. İmkânları da çok fazla olduğu için, Amerika da hangi ses varsa; siz de onu kullanabiliyorsunuz. Dünya standartlarında çalınıyor müzikler. Muhakkak bizim yerimize, ilerde çıkacaktır birileri. Boş kalmaz yerimiz.
İnsanın ruhu yaşlanıyor mu, yaşlanma hissediyor musunuz?
Yaşlanıyordur herhalde, ama ben gayet iyiyim. (Gülüşmeler)
Ruhunuz kaç yaşında?
Hala Rock’n Roll. (Erkin Koray’da ki Rock’n Roll ruhunun hala ilk günkü gibi canlı olduğu, sorumuza verdiği ifadeden oldukça iyi anlaşılıyor)
Geçmişte saçmalık yaptığım dediğiniz konular var mı?
Olmaz olur mu? (Erkin Koray’ın yüzünde hınzır diyebileceğimiz bir gülüş belirdi.)
Sadece Rock’n Roll mu diyorsunuz?
Her zaman ve sadece Rock’n Roll.
Sevgililer günü için bir parça söyleseniz?
Sevince. (gülüşmeler)

LİKA'NIN SESLERİ ANJELİKA AKBAR

Resim yazısı ekle


Anjelika Akbar Türkiye’de klasik müziğin geniş kitlelere yayılmasını sağlayan eşsiz bir müzisyen. Akbar’ın piyanodaki melodilerini dinlerken kendinizi notaların uyum içinde dans ettiği farklı bir dünyada buluyor, müziğin evrenine yolculuk ediyorsunuz. Müziğin evreninde herkes bir…




Anjelika Akbar Türkiye’de klasik müziğin geniş kitlelere yayılmasını sağlayan eşsiz bir müzisyen. Akbar’ın piyanodaki melodilerini dinlerken kendinizi notaların uyum içinde dans ettiği farklı bir dünyada buluyor, müziğin evrenine yolculuk ediyorsunuz. Müziğin evreninde herkes bir…


Anjelika Akbar Likofoni isimli Albümü ile müziği ve piyanoyu seven herkesi bu evrende buluşturuyor.
Müzik hayatınız nasıl başladı…
Kendimi doğuştan müzik hayatın içinde buldum. Annem koro şefi ve piyanist, babam ise hem orkestra şefi, hem de felsefe profesörüdür. 2.5 yaşımda notaların yazılışını, okuyuşunu ve piyano üzerindeki yerlerini biliyordum. 4 yaşımdan itibaren okuma yazmaya ve 5 yaşımdan beri konser vermeye başlamıştım. Hepsi benim için çok doğaldı, onlarsız yaşayamam gibi bir halim vardı. Doğal olarak diğer yaşıtlarımdan farklı bir hayat sürüyordum, ama bu hayatı ben kendim seçiyordum, tercihlerimi kesinlikle kendim dile getiriyordum. Yuvada iyi yemek yemediysem, ya da o gün uyumadıysam, annem bana “Anjelika, bugün piyano çalmak yok” der ve tüm hayatım kararırdı! Böyle bir aşk hikâyesi benimki…
Türk vatandaşı oldunuz… Türk vatandaşlığına geçmeye nasıl karar verdiniz?
Bu hikâyeyi tüm detayları ile “İçimdeki Türkiye’m” adlı kitabımda yazdım. Kısaca, Rusya’da iken UNESCO üyesi idim, UNESCO siparişi ile yapılan uluslar arası bir film projesinde besteci olarak yer aldım; eski eşim ise filmin senaristi idi. Uzun süren ve birçok ülke kapsayan bir çekim serüveninden sonra, sıra 1990 yılının sonunda Türkiye’ye geldi. Ama o sırada 7.30 aylık hamile idim; doktorlar tekrar uçmama izin vermedi ve oğlum mecburen İstanbul’da doğdu. O süreçte karşılaştığım mükemmel Türk insanları bana Türkiye’yi sevdirdi, buraya resmen âşık olmuştum. Ama aslında oğlumu birkaç ay burada biraz büyütüp Rusya’ya geri dönecektim. Tam o sırada SSCB dağıldı; gittikçe pekişen Türkiye aşkı ve kalbimdeki sesin bana söylediği ile burada kalmaya karar verdim. Birçok Türk, burada başıma gelen bazı olumsuz olayları duyunca hala neden burada olduğumu sorar; hâlbuki olumsuzluklar her yerde vardır; ama Türkiye’de bulduğum derin maneviyatı başka bir yerde bulamadım; ne Rusya’daki Üniversitelerde, ne de Himalayalar’daki aşramlarda…
Bütün albümleriniz çok başarılı. Türklerin sizi daha çok tanıdığı ve benimsediği albüm ise Bach A L’ Oriantale mi oldu? Bu albümü yapmaya nasıl karar verdiniz?
Tesadüfen oluşan bir proje diye bilirim. Çalışmanın öncesinde “doğu enstrümanları Bach’ın müziği ile birleştirip bir de klipinde Asena’nın dansını ekleyeceksin” demiş olsalardı, kahkahalarla gülerdim ve inanmazdım. Fakat günün birinde tesadüfen bir yerde Asena’nın yeni çıkmış olan bir albümün ritim kompozisyonu geldi kulağıma. Daha önce hiç dinlediğim bir müzik türü değildi. Birden bire bu ritim aklımda J.S.Bach’ın hepimizin çok iyi tanıdığımız WTC’dan Prelüt Do Minör’ü çağrıştırdı. Piyanoya geçip ikisini üst üste çaldım; hem çok güldüm hem de çok şaşırdım; ikisi arasında garip bir “tezat içinde uyum” vardı! O beni etkiledi. Kendi kendime dedim ki: “Bach Doğu’ya gelseydi benim gibi o da Doğu ritimlerinden ve ezgilerinden çok etkilenir, mutlaka bir çalışma yapardı”…Proje öyle doğdu. Sırasıyla sevdiğim ve değer verdiğim müzisyenlerle görüştüm (Erkan Oğur, Mısırlı Ahmet, Reyent Bölükbaşı, Djoke Winkler Prince ve birçok müzisyen daha) ve hepsi böyle bir atölye çalışmasında yer almak istedi. Albümün kapağında dedim ki: “Bu bir müzik deneyi değildir, çağın ihtiyacıdır. İnsanlar birbirileri ile kucaklaşmadan önce müzikleri kucaklaşsın”.Bir de ekledim: “Dağ köyündeki çobanın türküsü, Mozart’ın senfonisi, Hırvat Dansı veya Bach’ın ölümsüz eserleri; hepsi özünde BİR!
Söz kullanmasam dahi, bestelerim için “yapılmamış filmlerin müzikleri” tanımlaması sıkça tekrarlanır. Demişsiniz? Her bestenizi bir film hikâyesi gibi mi yapıyorsunuz?
Evet, öyle denilebilir… Müzik, içerik, görsellik, renkler ve geometri duygularla ve düşüncelerle birleşiyor, bestelerimi yaparken. Her biri bir serüven, bir süreçtir… Sanırım müziklerimi dinlerken her bir insan gözlerini kapatıp kendi filminin yönetmeni olabilir…
Hayata, yaptığınız işe, insanlara bakış açınızı genel olarak nasıl ifade edersiniz? Hayat görüşünüz nedir?
Bakış açımı hem internet sitemde ( www.anjelikaakbar.com ) hem de kitabımda bulunan “Benim Yolum / My Way” yazısında belirtiyorum. Yaptığım ne ise, her şeyi şu cümlede ifade ettim:
“Piyanist misin, yoksa besteci mi?” diye soranlara cevabım: Ben öncelikle piyano enstrümanıyla bütünleşmiş, onu çok iyi kullanan bir besteciyim!.. Piyanistliğimin tek farkı şu: ellerimde on parmak yerine on kalbim var;tuşlara onlarla basıyorum!..”
“Likafoni” ismini verdiğiniz yeni bir albümünüz çıktı. Nedir Likafoni?
Küçüklüğümde ismimi telaffuz edemiyordum. Anjelika demek yerine kısaca “Lika” diyordum. O zamandan beri aile, dostlar ve hocalarım bana Lika demeye devam etti. Yeni albümü oluştururken bu sefer besteci kimliğimle değil, piyanist kimliğimle bir çalışma yapmak istedim ve küçüklüğümden itibaren etkilendiğim bazı Klasik müzik eserlerini bir albümde toplamaya karar verdim. Lika-foni kelimesinin ikinci kısmı “foni” yani “sesler” anlamına geliyor. Müzik terimi gibi duran bir kelime aslında “Lika’nın sesleri” anlamına geliyor.
Albümün içeriğinde neler var?
Albümde bazı Rus bestecilerinin (S. Rachmaninov, G. Sviridov, A. Khachaturian, P.I. Tchaikovsky, A. Scriabin) yanı sıra J.S. Bach, J. Brahms, F.Chopin’in eserleri yer alıyor. Albümde yer alan bu klasik eserlerini sadece klasik müzik severleri değil, aynı zamanda bu tarz müziğe mesafeli bakan insanların da kolaylıkla dinleyip sevebileceklerine inanıyorum. Albümde solo piyano eserleri dışında piyano- çello düetleri var. Bu eserlerde bana çellist Rahşan Apay eşlik etti. Albüm çok yeni piyasaya çıkmasına rağmen, her kesimden çok güzel mesajlar geliyor; gerçekten de klasik müziği daha önce pek de dinlemeyen insanlar da albümü alıp mutlulukla dinliyor ve beğeniyor…
Rahşan Apay ile olan müzik birlikteliğine nasıl karar verdiniz?
Rahşan hanım ile yıllar önce “bir’den Bir’e” adlı albümümün stüdyo kayıtlarında tesadüfen tanışmıştık. Bestelerimi seslendirecek bir yaylı çalgılar dörtlüsüne ihtiyacım vardı ve kayıt için gelen müzisyenler arasında Rahşan hanım da vardı. Çellosundan dinlediğim sesler beni büyüledi. Gerçekten çok iyi bir çellist olduğunu o zaman anladım ve yıllar içinde kendisini hiç unutmadım. 3 yıl önce yeniden bir proje için davet ettim ve o zamandan beri yakın bir işbirliği içerisindeyiz. Bu albüme de birkaç piyano-çello eseri dahil etmek istediğimde, seçimim hemen Rahşan Apay oldu!
İlk klibiniz Libertango adlı eden Libertango’yu tercih ettiniz…
Dediğim gibi, albüm tamamen klasik müzik eserlerden oluşuyor; fakat bu eserler “korkutacak” klasikler değildir. Klasik müzikten uzak olan insanlara hitap edebileceğine inanıyordum; ve özellikle bonustrack ile insanların bu albüme ilgisini çekmesi için popüler ve klasik müziklerin sınırında olan parlak bir besteci Astor Piazzolla’yı seçtim! Onun dünyaca ünlü Libertango’su kolaylıkla bir köprü görevini görürdü; o zaman vesile ile Bach, Chopin, Rachmaninov’a ulaşmaları için bir aracı olurdu. Görsel faktörün da etkisi çok yüksek olduğu için, Libertango üzerine bir de klip çektirmeye karar verdim. Senaryo’yu yazdım ve klipin dinamik, “genç” olması için onu büyük oğlum Yürek’e ve sınıf arkadaşlarına çektirttim. Profesyonel yönetmen Turgut Ünal ise supervisor olarak klipe katkıda bulundu.
Klibinizin şu anda sadece internette yayınlanıyor Özel bir sebebi var mı?
Tabi ki bunun önemli bir nedeni var. Şöyle ki Libertango eseri, bildiğiniz gibi enstrümantal bir eser. TV kanalları ise söz içermeyen klipleri yayınlamıyor. Tek kullanılabilecek mecra her an ulaşılıp seyredilmesi açısından internettir. Ayrıca gençlerin de en çok zamanı geçirdikleri ortam internettir. Fakat elbette çıktığım TV programlarında klip yayınlanıyor.  Bu arada klipi izlemek isteyenler www.youtube.com sitesinde “Anjelika Akbar Libertango” olarak arayıp izleyebilirler.
Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?
Şu anda üzerine çalıştığım birkaç müzik eseri var. Onlardan biri “Anjelika Akbar Plays Piazzolla” projesi. Aslında proje tamamen hazır, sadece projeyi hayata geçirmem için bir sponsorluk desteği arayışındayım. Sahne prodüksiyonu için destek bulduğum anda “start” düğmesine basacağım. Bir diğer büyük proje ise ilahilerin, türkülerin ve kendi bestelerimin olacağı büyük bir görsel ve müzikal prodüksiyon. Aynı zamanda tiyatral ve edebi öğeleri taşıyacağı bu projenin ismini şimdilik açıklayamam, ama umuyorum ki sahnelendiğinde seyreden insan, salona girmiş gibi oradan çıkmayacaktır… Bir değişim yolculuğu yaşatmayı umuyorum…
Müzik dışında bir de iki tane kitap hazırlığım var. Umarım önümüzdeki 2-3 yıl içinde bu projelerim birer birer hayat bulacaktır.