21 Şubat 2012 Salı

GÜNAYDIN TÜRKİYE’M






Tipik bir İkizler burcu olan ve doğuştan radyocu olduğunu söyleyen Cem Ceminay, konuşmaya annesinin karnında başlamış göbek bağı kesildiğinden beri de hiç susmamış. Doğum yeri İstanbul. Doğum günü de 7 Haziran. Tarih ise Marmara Denizinde çöplerin yerine insanların yüzdüğü M.Ö sürreal bir zamanda. Cem Ceminay’ın kendi biyografisi bu cümleler ile başlıyor. Sabahın erken saatlerinde programından sonra yaptığımız röportajda, dakikada bin kelimelik performansı ile Cem Ceminay’ın radyocu olmak için doğmuş olduğuna kendi gözümüz ve kulaklarımızla şahit olduk… Cem Ceminay hiç bitmeyen enerjisi ve güler yüzü ile bizlerleydi…
Cem Ceminay ile programımız başladı….
Sevgi, saygı, birlik ve beraberlik… İşte benim sloganım… Radyo programıma böyle başlıyorum sonra üç saat boyunca bu tempoyla devam ediyorum. Gayet süratli, gayet huzurlu, gayet dinamik ve enerjik. Benim görevim insanları sabahları güzel, neşeli ve pozitif uyandırmak, insanları mutlu etmek ve bu stres dolu yaşam içersinde bir rahatlık verebilmek.
Daha önce radyo N101′dik şimdi Capital Radyo oldunuz . Genel Yayın Yönetmenliği’ne devam ediyor musunuz?
Ben burada daha önce Genel Yayın Yönetmeniydim. Şimdi sadece programcı olarak devam ediyorum, sabah programlarını yapıyorum ve 80′lerin 90′ların müziğini çalıyorum. Ankara’daki eski Capital Radyo’nun devamıyız aslında. Biz 80-90’ların en iyi parçaları çalıyoruz. Biraz nostaljik, tempolu, dinamik bir radyo programı yapıyoruz aslında. Ben zaten radyocu olmak için doğmuşum.
Sabahın en erken saatlerinde, daha hiç kimse gözlerini açmamışken bu enerjiyi nasıl sağlıyorsunuz?
Ben de erken kalkmayı seven biri değilim, mikrofonun karşısında geçince enerji doluyorum. Ben Cem Ceminay ismini radyo adı olarak aldım. Benim asıl soyadım Gökmen. Soyadım pek uyumlu olmadığından, Ceminay olarak değiştirdim. Ceeeeem Ceminaaay olarak başlayan radyo programı enerjisini aynı şekilde devam ettiriyor…
İlk radyoculardan olmak, Amerika’dan sonra Türkiye’de böyle bir program yapmak nasıl oldu?
Amerika’dan gelmenin bir avantajı vardı. Hevesliydim. Küçüklüğümden beri isterdim. Bu istek ve arzu; beni bu işte beni başarılı kıldı. Radyo kurdum ama açmak kısmet olmadı. Sonra Power-Fm’e girdim. Orada bir üne sahip olduktan sonra, Number One fm’e geçtim. Şimdi radyoculuk kariyerimin doruğundayım ve ilk günkü heyecanım hala devam ediyor. Radyo da da belli oluyor bu sesinizin tonundan. Benim iyi dinleyicilerim, benim o günkü havamı anlarlar . Tabi biz kötü olduğumuz zamanları yansıtmamaya çalışıyoruz.
Hiç mi canınızın sıkkın olduğu bir gün olmuyor?
Programdayken canımın sıkkın olduğu bir an olmadı. Olaylar her gün değişik bir şekilde gelişiyor. Nihat Doğan’ın Survivor maceraları, doğa olayları, kültürel meseleler de paylaşılıyor.
Medyadaki olaylara eleştirel bir bakış sunuyorsunuz programınızda. Tepkiler nasıl oluyor?
Ben insanları eleştirmiyorum, sadece haberleri yorumluyorum. Tüm bunlar; hayatımın içinde… Konuşmayacak mısın? Konuşup, yorum da yapacaksın.  Ben insanların aklından geçirip de, söyleyemedikleri şeyleri dile getiriyorum. Bazen tepki aldığım oluyor ama olumsuz tepkiler ile pek karşılaşmıyorum açıkçası. Aynı zamanda Vatan Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyorum cumartesi ve pazar günleri.
Size gelen tepkiler ile ilgili aklınıza gelen bir konu var mı?
Vatan’da Erkan Petekkaya hakkında bir yazı yazmıştım. Kadın haklarıyla ilgili bir davete gitmiş ve iddialara göre orada uygunsuz bir durum olmuş. Erkan, yazımı okuyunca beni aradı  ve “ben böyle bir şey yapmadım” dedi. Asıl durumu anlattı, ben de değiştirdim. Erkan Petekkaya’ya inandım.  İnanmasaydım değiştirmezdim.
Kendiniz ile ilgili çıkan haberlere nasıl tepki veriyorsunuz?
Gündem de haber yaratacak bir şekilde yaşamıyorum. Bu benim kendi tercihim. Ortaya fazla çıkmayı, özel hayatımı paylaşmayı seven biri değilim. O bakımdan da çok rahatım. Bu sebepten dolayı birçok iş kaçırdım parasal açıdan ama bu beni çok rahatsız etmedi. Gidişatımdan memnunum.
Sabah saatlerinde işe giden her insanın ihtiyacını karşılayacak bir şekilde içeriklere sahipsiniz..
Dünya turu, para durumu, sağlıkla ilgili her şey ve daha fazlası. Gazete ve dergi okumadan da her şeyden haberdar oluyorlar. Şehirde büyük bir trafik sorunu var. 2-3 saatte işe gidiliyor. Dinleyici kitlesini uzun süre radyoya bağlamak büyük bir olay. Hafta içi her gün, her sabah dinleyicilerle buluşuyoruz.
Radyocu olmak isteyenlerin nasıl bir yoldan geçmeleri  gerekiyor?
Bunun bir yolu yok ne yazık ki. Ben doğuştan radyocuyum . Küçükken kendi amatör kendi radyosunu yapmış bir adamdım. Bugünkü gençlerin radyocu olabilmesi için kendilerini kanıtlaması gerek. Radyonun onlara ihtiyacı olmalı. Reklam alan radyocular, popüler olan radyoculardır. Bunlarında sayıları azdır. Bir anlamda kendi kendilerini pazarlamaları gerekir.
Programınızda yenilikler var mı bizi bekleyen?
Her zaman yenilikler yapıyoruz. Şimdi melek arayışındayım. 500′den fazla başvuru geldi. Çoğu benim dinleyicim zaten.  Üç melek ile program yapmayı düşünüyorum. Birbirleri ile kapışmazlarsa sorun yok.
Cem Ceminay’ın özel hayatı nasıldır?
Pek bir sosyal hayatım yok, evi seven bir insanım. Yerimde duramam ama evin içinde yerimde duramamayı tercih ediyorum. Mazbut bir hayatım var sayılır. Tek eşliyim, ilişkim var. Sevgilim var deyince, “kaç tane var ?” diyorlar. Ben biraz uslandım, duruldum. Sonradan aradığımı buldum ve artık yavaşladı hayatım. 20′li yaşlarda değilim artık. Erkeğin galiba yaşı bunları yapamayacak kadar ilerlemiyor.

SADECE BİR MEKTUP- ÖZER BERKAY



Bundan uzun yıllar önce “ Galatasaray Sevgisi” başlığını taşıyan bir mektup, Galatasaraylıların evlerinin posta kutularına ulaştı. Mektup senelerce birlikte okuyan ama hayatın düzeni içerisinde uzaklaşan arkadaşları bir araya getirdi…

Bu mektuplar o gün yüz yirmi kişiyi bir araya topladı… Bu sayı gün geçtikçe dört bine kadar ulaştı… Eski arkadaşlar, sadece Özer Berkay’ın duyguları düşünceleri, edebiyatı, felsefeyi, şiiri. Galatasaray’ın sorunlarını, çözüm önerilerini tutkuyla anlatan mektupları ile birleşti…
Özer Berkay, Galatasaray’ın sevgi meleği, sadece bir mektubun insanların hayatını nasıl değiştirebileceğinin bir göstergesi. Amaç ise yalnızca dayanışma ve arkadaşlık…  Özer Berkay’ın İçindeki bu sevgi hiç bitmeyecek…
“Galatasaray Lisesi Mezunuyum”
Özer Berkay Kimdir?
Ben 1932 İstanbul doğumluyum. Babam İstiklal savaşı gazilerinden emekli bir Albay Gazi Berkay’dır. Galatasaray Lisesi Mezunuyum. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Hukuk fakültesini kazandım. Ancak maddi durumumuzdan dolayı çalışmak zorundaydım. O zaman Hilton oteli yeni açılmıştı bende gidip oraya başvurdum. Başvurumu yaşımdan dolayı garip karşılasalar da, beni şirin tavırlarımdan dolayı iyi bir işe aldılar. Orada yükselerek Gece Müdürü oldum. Daha sonra askere gittim. Dönüşte İngiliz Hava Yolları ile çalıştım. Hava yollarından sonra seyahat acenteliği işinde çalıştım Amerikan Ekspres’te. Turizm camiasında önemli bir isim haline geldim hatta ilk kurucularındanım diyebilirim…
“Ben insanları seviyorum ve herkesin benden çok bildiği bir şey vardır diye düşünüyorum…”
Turizm işinden Günaydın Gazetesi’ne geçişiniz nasıl oldu?
Bir gün daha önce Hilton’da tanıştığımız Haldun Simavi Bey bana gazetede iş teklif etti ve Günaydın’da onun ile uzun seneler çalıştım. Bugüne kadar başarılı iş deneyimlerim oldu ve hep aktif bir adamdım. Kendimi yetiştirdim. Dünyaya hep farklı bir göz ile baktım. Bunun üzerine kaliteli iş hayatı gelince de, ben bambaşka garip bir adam oldum.  İnsan bildikçe, yaşadıkça öğrenecek ne kadar çok şeyi olduğunun farkına varıyor. Ben insanları seviyorum ve herkesin benden çok bildiği bir şey vardır diye düşünüyorum…
“eğer beni ödüllendirmek isterseniz bu bahçeye memlekete insanlığa hayırlı bir mektep yaptırın padişahım”
Biraz da Galatasaray Lisesinden bahseder misiniz? Güzel bir efsanesi var, bir de sizden dinleyelim…
Galatasaray lisesinin tarihi Gül Baba efsanesine dayanır… Evliya Çelebi’nin aktardığı üzere; II. Beyazıt (1481 – 1512) bir kış günü Galata sırtlarında avlanırken son derece bakımlı büyük bir bahçe içinde köhnemiş küçücük bir kulübe görür. Bahçede de nadide güller görür. Güllerin rengi efsaneye göre sarı ve kırmızıdır. Gül Baba padişaha da bu güllerden hediye eder. Kulübenin sahibi Gül Baba ile tanışan padişah, bahçeye gösterdiği özenden ve kendisini en iyi şekilde ağırlamasından dolayı Gül Baba’yı ödüllendirmek ister ve Gül Baba’da padişaha “eğer beni ödüllendirmek isterseniz bu bahçeye memlekete insanlığa hayırlı bir mektep yaptırın padişahım” der. Padişah da Gül Baba’nın isteğini gerçekleştirip, bahçeye devlet adamları yetiştiren bir okul kurar. Bu okul Galatasaray Lisesidir. Daha sonra zamanla bu okul değişerek bugünkü halini alıyor.
“Galatasaraylı arkadaşlarımı bir araya getirmek için yıllarımı verdim ve yine olsa yine yaparım…”
Sizde bir Galatasaray Lisesi Mezunusunuz. Galatasaraylılar camiasını bir araya topladınız…
Galatasaray Liseli olmak bir onurdur. Ben aynı zamanda Galatasaray Divan Kurulu üyesi ve Gatasaraylı Ablalar ve Ağabeyler Derneğinin Kurucusuyum…Bende hep bu onuru ve sevgiyi yüreğimde taşıdım. Galatasaraylı arkadaşlarımı bir araya getirmek için yıllarımı verdim ve yine olsa yine yaparım…
Mektuplaşmalar nasıl doğdu?
Galatasaray’ı bitirip iş hayatına girdikten sonra, kendimi yalnız hissettim. Yıllarca yatılı okumuştum, tüm çevrem okuldandı. Arkadaşlarımı özlemiştim. Okula gittim ve okuldan arkadaşlarımın adreslerini aldım. Evimde eski bir daktilo vardı ve mektupları onun ile yazıp gönderdim.  80 kişiye yazmıştım Bir restoranda yer ayarladım. İki kişi hariç hepsi geldi. Hep birlikte yemek yedik.
“Değişmiştik. Ancak birbirimizi görmekten mutluyduk.”
Eski arkadaşlar ile bir araya gelmek sizi nasıl hissettirdi?
Değişmiştik. Ancak birbirimizi görmekten mutluyduk. Buluştuğumuz arkadaşlarımız, diğer arkadaşlarına da haber vermişler. Bana bu arkadaşların isimleri de geldi ve hepsine mektup gönderdim. İkinci buluşmada sayımız 120 ye çıktı. Daha sonra herkese düzenli olarak mektup yazmaya başladım. Bir sayfalık mektubu üç ay sonra altı sayfaya çıkardım. Fotokopi ile çoğaltıyordum adresleri elle kendim yazıyordum. İşin içinde duygu da vardı.
Mektuplar gelmeye başlayınca ne oldu?
Arkadaşlarımın teşekkürleri takdirleri başladı. Çok mutlu olmuşlardı. O kadar güzel mektuplar geldi ki, eminim cumhurbaşkanı bile böyle güzel mektuplar almamıştır. Gelen mektuplar bana heyecan veriyor, daha istekli oluyordum. Bana gelen yazıları da mektuplarıma eklemeye başladım.
“Sadece bir mektup ile başlayan serüven ile Galatasaray adasını aldık… Toplantılarımızı artık burada yapacaktık.”
Sadece sınıf arkadaşları ile mi toplandınız?
Bir kişi, on bin kişi, yüz bin kişi olabiliyor. Sadece biz değil, bizim ağabeylerimiz de, bizden sonraki kardeşlerimiz de aynı yalnızlık içindeydi. Onlara da ulaştık. Galatasaray camiasının o zaman toplanacak hiçbir yeri yoktu. Daha Ali Sami Yen bile yapılmamıştı. Ancak dışarıda bir lokantada gidip yemek yiyebiliyorduk. Daha sonra 500-600 kişiye ulaştık. Yer bulamayınca Necdet Çobanlı adlı arkadaşımız bir arsa buldu. Aramızda para topladık. Bu şimdiki Galatasaray Adasıdır. Mustafa Vacit Yalman, Kemal Onar gibi beş altı kişi toplanarak bu adayı aldılar. Toplantılarımızı orada yapmaya başladık… Daha sonra tesislerimiz gittikçe artarak bugünkü halini aldı.
Seksen kişi ile başlayan toplantılarınız büyük kitlelere ulaştı…
Mektuplarda rekorum 3500-4000 adete kadar ulaştı. Böylece yıllarca 112 sayı çıkardım. Önceleri daktiloda yazıyordum. Sonra baskıya geçtim. Bir ara kurumsallaşsın diye bir şirket kurup dergiyi çıkarmamı tavsiye ettiler olmadı…
“Bir mektup binlerce kişinin hayatını değiştirebilir…”
Şimdi hala devam ediyor musunuz?
Eskisi gibi dergi şeklinde olmasa da arkadaşlarım ile iletişimimi mektuplarımı hiç kesmedim. Ben kendi imkânlarım ile belli bir yere kadar yetişebiliyorum. Arkadaşlarımın desteği ile pek çok engeli aştım. Biz güzel bir dayanışma örneği sergiledik ve bugünlere kadar geldik. Camiamızı kendi çabalarımız ile genişlettik. Bir mektup ile binlerce kişi bir araya toplandı. Sadece mektup deyip geçmemek lazım… Bir mektup binlerce kişinin hayatını değiştirebilir…

SPORDA BİR EFSANE CAN BARTU



Fenerbahçe… Yani Can Bartu… Fenerbahçe Spor Kulübü tarihinde adı iki dalda yazılan tek isimdir… Sinyor Bartu, Sinyor Turco… Teknik çalımları, zarif oyunu ve farklı duruşuyla İtalya’da unutulmaz olmuştur. Türk sporunun Avrupa kapılarını aralamıştır. Spordaki başarıları hep ilklerle anılmıştır. Farklıdır, örnektir Can Bartu… Duayen, artık spor yazarlığı yapıyor. İnceliyor, eleştiriyor, arkadan gelenlere ağabeylik yapıyor… Bu sayıda biz O’nu yazdık. Sinyor’a sorduk… O yine orta sahadaydı, biz kalede…
Can Bartu bir efsane… Spor hayatına nasıl başladınız?
Basketbol milli takımında oynuyordum. Milli Takım’da ve Fenerbahçe’de oynarken zaten spor dünyasında ünlü bir ismim vardı. Futbolda da milli takımda oynadım. Futbola başladığımda, futbol sahalarının çamurlu olmasından başka futbola hiçbir yabancılık çekmedim.
Basketbol takımının oyun düzeninde göreviniz neydi?
Basketbolda forvet oynuyordum. Benim boyum basket oynadığım zamanlarda 1.79’du. O zamanlar Türkiye’de uzun boylu oyuncu pek yoktu. Milli takımdaki en uzun adam Altan’dı. Onun da boyu 1.98 di.
Sizin zamanınızda basketbolda tanınmış isimler kimlerdi?
Turhan Tezol, Yalçın Granit, Altan Dinçer, Yılmaz Gündüz, gibi pek çok iyi oyuncu vardı.
Neden basketbolu bırakıp futbola geçtiniz?
Ben zaten önceden de futbol oynuyordum. Beni zorla futbola geçirmek istediler. Basketbol oynamayı tercih ediyor, basketbolu yapıma daha uygun buluyordum. Elegan, şık bir spordur basketbol. Kapalı sahada oynamak, futbola göre daha rahattır. Gelen tekliflerden sonra kendimi profesyonel futbolun içinde buldum.
Futbola profesyonel olarak ne zaman başladınız?
Profesyonel futbola 16-17 yaşlarında başladım. 18 yaşına geldiğimde başarılarımdan dolayı milli takımda oynuyordum.
Hangi isimler vardı sizin döneminizde önemli futbolcular arasında?
Suat, Baba Recep, Kaleci Turgay Özcan, Metin Oktay, Yeter vardı. Daha sonra İtalya’ya transfer oldum.
“O zamanın dev takımı  HYPERLINK “http://tr.wikipedia.org/wiki/Csepel_SC” \o “Csepel SC” WMFC Csepel’den kaleci Gratis ve Bozic soyunma odasına gelip, beni tebrik ettiler.”
İtalya’ya transferiniz nasıl oldu?
Fenerbahçe’de oynarken lig şampiyonu olmuştuk. WMFC Csepel de Macar Macaristan’da şampiyon olmuştu. Biz de   HYPERLINK “http://tr.wikipedia.org/wiki/Csepel_SC” \o “Csepel SC” WMFC Csepel’i 3-2  yendik. O maçta çok iyi bir performans sergilemiştim.  O zamanın dev takımı  HYPERLINK “http://tr.wikipedia.org/wiki/Csepel_SC” \o “Csepel SC” WMFC Csepel’den kaleci Gratis, Bozic soyunma odasına gelip, beni tebrik ettiler. Fiorentina’nın antrenörü Gudi de beni izlemiş. Beni o maçtaki oyunumdan dolayı Fiorentina’ya transfer ettiler.
Metin’in de Palermo’ya gidişi sizinle örtüşüyor değil mi?
Metin Palermo’ya gitti ancak kısa bir süre sonra döndü. Onun tuhaf bir nostaljisi vardır. Metin’i de rahat da bırakmadılar orada. Metin’in oyun tarzı Palermo’ya uygun değildi.
Metin Oktay ile İtalya’da aynı sezonda beraber oynadınız mı?
Takımlarımız maç yaptılar ama ben o maçta sakatlandığım için oynayamadım. Biz o maçta onları büyük farkla yenmiştik.
Kaç sene oynadınız Fiorentina’da?
Fiorentina’da 3 sene, Lazzio da üç sene bir sene de Venedik’te oynadım.
“Rüzgârdan korunmak için formalarımızın içine gazete koyardık.”
Günümüz futbolu ile ilgili neler söylüyorsunuz?  O günden bugüne futbolda neler değişti?
Öncelikle stadyumlar değişti. Sahalar değişti. Şimdiki sahalara bakınca insan imreniyor.  İtalya’ya da zemin o dönemde de şimdiki gibiydi. Ancak Türkiye’de balçık çamurun içinde futbol oynuyorduk. Ayakkabılarımız kötüydü. Çiviler ayağımıza batardı. Formalarımız da kötüydü. Dönemin Mithat Paşa Stadyumu’nda Gazhane ( o dönemde Dolmabahçe Sarayına aydınlatma amacı ile kurulan yapı) tarafından rüzgâr eser, kıyafetlerimizden içimize geçerdi. Rüzgârdan korunmak için formalarımızın içine gazete koyardık. Koşarken hışırtılar çıkarırdık. Yanımıza gelenleri gazete sesinden bilirdik… Geceleri sahalarda ışıklandırma yoktu. Toplar eskimesin diye iç yağında yağlandırılır, ağırlıkları 15 kilo olurdu. Top değil gülle ile oynardık.
Geçmiş dönemden hatırlıyoruz, Beşiktaş Şeref stadında hafta iki kez idman yapardı. İtalya’da nasıldı?
O dönemde İtalya’da her gün idman yapardık. Ancak haftada bir gün maç olurdu. Biz Türkiye’de haftada iki kez maç yapıyorduk. Cumartesi, Pazar oynuyorduk ve Çarşamba günü de kupa maçı oynuyorduk. Salı, Perşembe günleri de idman yapıyorduk. Tabi ki kupa maçı yoksa yine iki idman oluyordu.
Bu futbolunuza da tesir ediyordu herhalde… Fazla çalışamadan sahaya çıkıyordunuz…
Sahalar yapılıp, iyi antrenörler gelince ve lig fikstürü düzgün olunca futbol da değişti. Her gün antrenman yapılmaya başlandı. Sezon başında İtalya’da günde iki antrenman yapılırdı. Şimdi Türkiye liglerinde de bu şekilde idman yapılıyor.
“Fenerbahçe’de bizim star oyuncumuz yok.”
Günümüz Fenerbahçe’sinden, günümüz liginden bahsedelim.
Fenerbahçe’de bizim star oyuncumuz yok. Bir tane eli ayağı düzgün, iyi futbolcu yok. Sadece Gökhan Gönül ve kaleci Volkan Avrupa’da oynayabilecek düzeydeler. Diğerlerinin oynaması mümkün değil. Yabancı futbolcular  hariç… Bu bakımdan milli takımımızın bir şey yapması şansa kalmış durumda. Liglerimizde star oyuncumuz az.
Fenerbahçe geçen sene de şampiyonluğu finalde kaybetmişti. … Bu sene şampiyon oldu. Neler söyleyeceksiniz?
Fenerbahçe için önemli maçtı. Fenerbahçe’nin önünde iki örnek vardı. Birinde Trabzonspor ile burada beraber kalmış ve Bursaspor şampiyon olmuştu. Diğeri de Denizli maçıydı. 16 dakika uzamıştı.  Denizli maçında kalecinin sarası var zannettim. Afrika’da bir takımında kalecisiydi. İkide bir yatıyordu. Bu kadar çok yatar mı insan? Ve kaçan iki şampiyonluktan sonra bu sene şampiyon olduk. Bütün camia gibi bende çok mutluyum.
“Fenerbahçe’miz de bu sene şampiyon oldu herkes çok mutlu.”
Başkan Aziz Yıldırım için neler söyleyeceksiniz?
Fenerbahçe Başkanı diktatördür ama bu işi fevkalade iyi yapan bir adamdır. Bu kadar tesis yaptı. Stadyumu devletten bir kuruş para almadan yeniledi. Topuk yaylasında müthiş bir otel ve tesis yapılıyor. Beş tane ayrı okul yapıyor.  Fenerbahçemiz bu sene şampiyon oldu herkes çok mutlu.
“Trabzonspor’un ağlamasına hiç gerek yok.”
Gönüllerin şampiyonu Trabzonspor için neler söyleyeceksiniz?
Trabzonspor’un ağlamasına hiç gerek yok. Sezonun ilk devresinde dokuz puan öndeydi. İkinci sezon rezalet bir halde oynadılar. Şampiyonluğu kendileri kaybetti.
Sizce Fenerbahçe nasıldı?
İlk devredeki Fenerbahçe fevkalade kötü oynadı. Zaten Fenerbahçe’nin zaafı ve beceriksizliği orta sahasından kaynaklanıyor. Bir takımın orta sahası kötü olunca; isterse dünyanın en iyi forvetlerini alsın çalıştıramaz. İşte Fenerbahçe’de bu yok. Ne yaptılar? Eskiden koşamıyorlardı. Koşmaya, mücadele etmeye başladılar. Birazda şansları yaver gitti ve averaj ile öne geçtiler. Kaybeden Trabzonspor oldu. Dokuz puan öndeydi. Doğru dürüst çalışıp bu avantajını kaybetmeyecekti. Şimdi ağlamasının hiçbir gereği yok. En iyi mücadeleyi veren takımdı. Yedi tane maçı 88. dakikadan sonra kazanmış. Biraz da şansı da yaver gitmiş. Çok iyi oynadığından dolayı kazanmamış. Nasıl Fenerbahçe ilk yarıda rezalet bir oyun sergilediyse. Trabzonspor da ikinci yarıda dokuz puan avantajını, oynadığı bu rezalet oyun ile kaybetti. Hatayı biraz da kendine arasın. Trabzon’un başkanı benim arkadaşım. Fevkalade iyi bir insandır. Şenol Güneş maçta kalp krizi geçirecek diye korktum. O kadar stres halindeydi ki kenarda. Aykut Kocaman ise buz gibiydi.  Gol atılıyor tepki yok. Gol yeniyor yine tepki yok. Bu iyi bir şey değil. Takıma ruhunu vereceksin.
Yılmaz Vural’ı nasıl buluyorsunuz?
O biraz şovmen… Çok iyi bir çocuk… İyi bir antrenör… Onun talihsizliği de hep küme düşen takımlarda olması.
“Fenerbahçe farklıdır. Ya içinden bir adam gelecek ya da dışarıdan alacak”
Fenerbahçe’ye gelmek istiyordu. Gelemedi…
Fenerbahçe farklıdır. Ya içinden bir adam gelecek ya da dışarıdan alacak. Bugüne kadar hep dışarıdan adam almıştır.
Yabancı hoca hakkında şöyle bir düşünce vardı; Türk futbolcusu, Türk hocayı dinlemiyordu. Yabancı Hoca’yı dinliyordu.”Fatih Terim ve Mustafa Denizli bu düşünceyi aştı.
Aştı mı, aşmadı mı onu da bilmiyorum. Oyuncu, yerli hocanın üstünde bir futbol oynuyorsa, kariyeri ondan daha iyi ise, hocayı dinlemeyebiliyor. Yabancı hocadan ise çekiniyorlar.
Yabancı hocanın kariyerine bakmıyorlar…
Ondan daha iyi oyuncu olup olmadığı futbolcu için önemli olmuyor. Bilgi öne çıkıyor… Mesela Fatih terim Hakan’a jeep hediye edecekmiş, etmemiş büyük sorunlar olmuştu o zaman. Belki de Hakan bu yüzden Avrupa’ya gitti.
Beşiktaş’ın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yabancı ve iyi futbolcular var.
Bir takımda tek başına iyi bir futbolcu tabiî ki çok iyi bir güç… Ancak futbolcunun takımla beraber oynaması gerekiyor. Futbolcu takımın içinde maestro gibi olmalı…
Hagi gibi mi?
O dönemde Galatasaray’da çok iyi bir takım vardı. Orta sahası, defansı, kalecisi iyiydi. Taferel iyiydi. Brezilya milli takımındaydı. Popescu denilen adam Hagi’den daha önemli biriydi. Barcelona’nın takım kaptanıydı. Takım çok önemlidir. İyi oyunculara yardımcı olacak yetenekte oyuncuların da takımda olması gerekir. Aksi takdirde, iyi oyuncu yeteneklerini göstermek istiyor ve istediklerini yapamayınca daha çok sinirleniyor. Bütün bunları organize edecek kişi antrenördür.
“Yalnız hakem ile konuşan bir basınımız var. Herkes televizyona çıkıp hakemi eleştiriyor.”
Kötü giden maçlarda en çok hakem eleştirilir bu konuda ne demek istersiniz?
Bir de Türk futbolu için en önemli şey şudur; federasyon ve basın görevini bilmelidir. Yalnız hakem ile konuşan bir basınımız var. Herkes televizyona çıkıp hakemi eleştiriyor. Futbolcusu, antrenörü… Yurt dışında hakemi eleştiremezsiniz. Üç tane penaltı veriyor diye hakeme kızıyorlar ve “ben hayatımda üç tane penaltı görmedim” diyorlar. Senin oynadığın takımda penaltı yapılmamışsa hakem ne yapsın? Var ki veriyor. Ayrıca Top ile faulün bir alakası da yoktur. Bunu da karıştırıyorlar.
Bir misal verebilir misiniz?
Burada korner ve yan toplarda futbolcuyu tuttuğunuz zaman yasal oluyor. Faul verilmiyor. Bununda çözümü formaların lastikli olmasıdır. Formaları çekince uzayacak. Güreş oluyor, göğüs çaprazına giriliyor. Bunların hepsi fauldur. Porto’nun final maçını izledim. Kimse kimseyi tutmadı bile.
Tayfur Havuççu gelecek sene Beşiktaş’ın ağırlığını kaldırabilir mi?
Şansı varsa kaldırır. Tayfur da potansiyel var. Beşiktaş hep başka takımlardan ıskarta oyuncuları alıyor. Beni rahatsız eden şu… Bir sürü iyi oyuncu var piyasada son dönemleri gelmiş. Yurt dışından oyuncular bunlar. Ucuz diye bizimkiler alıyor. Sakatlandığı zaman aylarca maçta oynayamıyor
Fatih Terim’li Galatasaray neler yapar.
Bence iyi olur. Ancak şampiyon olamadım diye antrenörü göndermekte yanlış. Biraz sabırlı olmak lazım… Fatih Terim, kulübün üstüne çıkmaya çalışan bir adamdı. Ama şimdi olgulaşmıştır. Başarılı olacağını düşünüyorum.

TÜRKİYE’NİN İLK PAPARAZZİSİ ZOZO TOLEDO

 Renkli bir kişilik Zozo. İlginç bir yaşam öyküsü onunkisi… Tam da hayatımı anlatsam kitap olur dedirten cinsten. Tabutçuluktan, marangozluğa, masörlüğe, en sonunda paparazziliğe uzanan enteresan bir geçmiş. Türkiye’nin ilk paparazzisi olmasının yanında, savaş muhabirliği de yapmış. Zozo bir yetimhanede büyümüş ve altı lisanı anadili gibi konuşabiliyor. Brigitte Bardot, Sean Connery, Sophia Loren gibi pek çok ünlü isimle çalışmış, Ferzan Özpetek’in filmlerinde oynamış renkli bir karakter. Mavi gözleri, küpeleri yüzükleri, aksanlı konuşması ile şahsına münhasır biri. Zozo hala boynunda ünlülerin kendine hediye ettiği kolye uçlarını hatıra olarak taşıyor. Biz Büyük Kulüp Dergisi olarak hiç araya girmeden, bu ilginç hayatı, kendi sözcükleri ile sizlere iletiyoruz. Dinlemenin bize keyifli geldiği kadar. Okumak da size keyifli gelecek…
“On üç yaşına kadar yetimhanede kaldım”
1937 senesinde İstanbul Tophane Karabaş mahallesinde dünyaya geldim. Babam İspanyol’du. 1944 senesinde öldüğünde ben yedi yaşındaydım. Annem Büyükada Yetimhanesi’nin Müdürünün Karısına elbise dikerdi. Annem diyor ki müdüre “N’olur benim oğlumu da al oraya, benim okutacak param yok.” Düşünün bir Yahudi, Rum yetimhanesinde. Orada hem tabak yıkıyorum hem okuyorum. Herkes beni çok severdi. Annem elbiselerimi tertemiz yapardı. Müdür derdi ki, geldiği zaman Patrik’e sen bakacaksın.13 yaşına kadar yetimhanede kaldım.
“Ben sevimli bir çocuktum.”
Pazar günü Rumlar kuzu getirir yetimhanede fakir çocuklar ile birlikte yemek yerdik. Ben sevimli bir çocuktum. Oraya gelen kadınlardan biri benden bir parça et istedi. Bende gittim içerden ona güzel bir parça et buldum. Kadın benden su istedi bende müdürün dolabından gittim kadına soğuk su buldum. Hiç unutmam kadın bana on lira verdi. Kadın daha sonra müdür ile konuşmuş ve beni evlatlık istemiş. Müdür beni çağırdı. “Sen Musevi çocuksun. Biz buradaki çocukları bir süre sonra İstanbul’a, okula yolluyoruz. Ama seni ben oraya koyamam, o yüzden 13 yaşından sonra seni yollayacağım,” dedi. “O zaman gelince yollarsınız,” dedim. “Yok, bak bu kadın seni evlatlık istiyor,” dedi. “Benim annem var ya!” dedim. Ve beni evlatlık verdiler. Kadının ismi Eleni’ydi. Kocası Kumbaracı Yokuşu’nda tabutçuluk yapıyordu. Bende yanında çalışmaya başladım. Akşamları da kadının alışverişlerini yapıyordum. Kadın bana para verirdi sinemaya giderdim.
“Korkudan aylarca konuşamadım”
Bir akşam çok iş var diye mesaiye kalmıştık. Orada çalışan ustalardan birisi, ben tabut çakarken gizlice arkamdan yanaşıp, hayalet numarası yaparak beni korkuttu. Benim o anda dilim tutuldu, korkudan aylarca konuşamadım. Annem beni yanına geri aldı. Zavallı annem beni Beykoz’da hocalara götürdü iyileşeyim diye. Ortaköy’de bir Yahudi Havrası vardı. Oradaki kadın bir metre boyundaydı. Beni görünce bana “gel oğlum” dedi. Kadını görünce korkudan dilim açıldı. Daha sonra bir marangozun yanında çalışmaya başladım. Fakirdik çalışmak zorundaydım. Yarım kilo kıyma alır içine iki ekmek koyar, öyle köfte yapardık. Dört gün o köfteyi yerdik. Marangozun yanından da usta sürekli beni dövdüğü için ayrıldım. Marangozdan çıktım kunduracı oldum. Kunduracılığı bıraktım. Atlas Sineması’nda gazozcu oldum. Gazoz ve penguen dondurma satıyordum.
“Aliki Vuyuklaki aldı beni Yunanistan’a götürdü.”
O zamanlar meşhur yunanlı sanatçı Aliki Vuyuklaki vardı. Vuyuklaki’ye “Karşı sinemada bir çocuk var. O Rumca biliyor” demişler. Vuyuklaki de beni çağırmalarını istemiş. Ben onun getir götür işlerini ve tercümanlığını yapıyordum. O zamanlar bütün gazinolar Rum’du. Gazinoda onunla bir buçuk sene çalıştık. Artık yaşım 17-18 olmuştu. Aliki Vuyuklaki aldı beni Yunanistan’a götürdü. Kadın beni çok seviyordu. Daha sonra bir aktrisle evlendi. Kocası beni kıskandı istemedi. Aliki Vuyuklaki “ Ya sen gideceksin yada kocam beni terk edecek seni istemiyor” diyince ben de İstanbul’a geri döndüm. Tekrar Atlas Sineması’nda penguen satmaya başladım.
“İstanbulspor’da masör oldum“
O zamanlar Beyoğlu Jimnastik Kulübü vardı orada jimnastik yapardım, tek Yahudi atlet bendim. Rumca bildiğim için beni aldılar kulübe. Galatasaray’ın masörü de vardı orada. Ona gittim dedim ki “ Çantanızı da taşırım. Yeter ki beni de maçlara götürün” beni maçlara götürmeye başladı. Ben de bu sayede Galatasaraylı oldum. Hem çantasını taşıyor hem de ona yardım ediyordum. Masörlüğü ondan öğrendim. İstanbulspor’da masör oldum.
“Akşam Gazetesi beni İspanya’dan geldi diye tanıttı”
O yaşlarda kulüplere, diskoteklere gidiyordum. Ajda Pekkan’la, Gönül Yazar’la filan tanışıyorum. Derken bir gün biz dört arkadaş Büyükada’dayız. O sene de Avrupa Güzellik Yarışması Büyükada’da yapılıyor. İçeriye girmek istiyorum, giremiyorum. O dönem sinemada gazoz satıyordum. “ Bak maceralara bak” Taksim’de bir şipşakçı vardı, Yorgo diye bir Rum, gazeteci aynı zamanda, ben de ona resim çektirirdim bazen. Güzellik yarışmasına giremiyorum, baktım Yorgo orada. “Bunun parasını versem beni içeri sokar mısın?” Bana makinesini verdi, “Gazeteciyim de, gir içeri,” dedi. “Parayı vereyim,” dedim, almadı. Ben de “Bak bu akşam burada çok eğlence olur ama son vapur 10′da. Bende kalırsın,” dedim. Kabul etti. İki kişilerdi. Akşam Gazetesi’nden Abbas Koralı, bir de Yorgo. Bu arada HYPERLINK “http://arama.sabah.com.tr/arama/arama.php?query=T%FCrkiye” Türkiye güzeliyle, İspanyol güzeliyle, İtalyan güzeliyle resim çektiriyorum yan yana.
Sonra sabah onları vapura bıraktım. Yarışmadaki resimleri rica edince bana pazartesi günü gazete gel al dediler. Abbas Akşam Gazetesi’nin muhabiriydi. Gittim yanına, beni görünce sevindi. Beni orada İspanya’dan geldi diye tanıttı. Abbas bitirim, ben bitirim. Şiveli de konuşuyorum ya… Müdür de “Ben Madrid’e, Barselona’ya gittim,” filan diyor. Bir şey sorsa yandım. Ben Tophane’de dünyaya gelmişim. Derken kafadan attım, “Siz Toledo’ya gittiniz mi?” dedim. “Yok, bilmiyorum,” dedi. Soyadım Toledo ya, öyle attım. Ümit Deniz istihbarat şefimizdi. Çok güzel bir adamdı. O zaman Cahide Sonku ile evliydi. Doğan Can da Akşam’daydı. Akşam Gazetesi dönemin en iyi gazetesiydi Abbas benden beklememi isteyip işe gitti. Ben orada beklerken yarım saat sonra telefon çaldı. Benden rica ettiler. Beyoğlu Atlas Sineması’nın üstünde küçük sahne açılıyordu, Muhsin Ertuğrul. Açılışta benden fotoğrafları çekmemi istediler. Sadri Alışık ve Çolpan İlhan’ın…
“Fotoğrafları görünce bakın İspanyollar ne güzel fotoğraf çekiyor dediler.”
Beni açılışa gönderdiler ama ben daha önce hiç fotoğraf çekmemişim. Makineyi kullanmayı bilmiyorum. Bende Fotoğrafçı Yorgo’ya gittim. Ona on lira verdim ve benimle gelip fotoğrafları çekmesini istedim. Birlikte açılışa gittik. Adam fotoğraf çekiyor bende numaradan röportaj yapıyordum. Gazeteye fotoğrafları götürdüm. Fotoğrafları görünce “Bakın İspanyollar ne güzel fotoğraf çekiyor” dediler. Abbas’a rica ettim beni yanına alması için. Abbas gecelere gidip resim çekiyordu. Ona zor geliyordu gece çalışmak. Sen fotoğrafları çekip bana getir dedi. Ekspress gazetesi vardı. Gece fotoğraflarını onlara veriyordum Malik Yolaç vardı. Hem milletvekiliydi hem de Akşam Gazetesi’nin sahibiydi. Ümit Deniz ve Malik Yolaç beni yakaladı, fotoğraf yıkarken. “Ne yapıyorsun bu fotoğrafları?” dediler, “Ekspres’e veriyorum,” dedim. “Niye bize vermiyorsun?” dediler. Derken Akşam Gazetesinde Gece Hayatı Magazin yapmaya başladım.
“Senin adın Zozo olacak”
Sonra bana dediler “Senin adın Zozo olacak”. “Aaa dedim Zozo kadın ismi”. Zozo Dalmas Atatürk’ün Selanik’teki sevgilisi. Onunla röportaj yapmaya gittim Selanik’te. Atatürk ile ilkokulu beraber bitirmiş. Atatürk daha sonra Kuleliye geliyor. Kadın altmışbeş yaşındaydı. Atatürk’ün resimleri olan bir albümü vardı “Atatürk kısa boyluymuş be”… Ama kadın vermedi ki bana albümü… Birlikte plajlara gitmişler. Bir kadın vardı Atatürk’ün görüştüğü, opera okuyordu. Maria Callas’dan öğrenmiş. Park Otel’de Atatürk’ün dizlerinde otururmuş. O zaman zengin Yahudiler ve Rumlar öğleden sonra Park Otel’de oturmaya giderlermiş. Bir gün Atatürk, kadını bir Yahudi’nin dizinde otururken görüyor. Ne kadar saygılı bir adammış. Adamın üstüne sandalyeyi fırlatmamış ve aynayı kırmış Atatürk. Şimdi o ayna Pera Palas’ta Atatürk’ün odası var orada duruyor. “ Bak maceralara bak”
“Zeki Müren buldu Hafta Sonu ismini”
Derken Akşam Gazetesi’nde gece hayatı yapmaya başladım. Bu arada “Topkapı” filmi çekiliyordu. Oyuncuları İstanbul’daydı. Aynı zamanda İran Şahı’nın karısı Süreyya da burada. Şah’la çocuk yapamıyor diye ayrılmışlardı. Filmin oyuncularından Maximilan Shell ve Süreyya aynı yerdeydiler bir gün. Onları çekmeye gittik. Hürriyet o zaman haber ajansıydı. Hürriyet’ten bir çocuk onları öpüşürken çekti. Sonra adamla kavga etmeye başladılar. İkisi de kan içinde kaldı. Ben de bir yandan kavga ederlerken onların fotoğraflarını çekiyorum. Sonra o fotoğrafları Hürriyet’ten istediler. Böylece Hürriyet’e transfer oldum. Ve benim oraya gidişimle Hafta Sonu Dergisi doğdu. Zeki Müren buldu “Hafta Sonu” ismini. Ve ben Hafta Sonu’nda 18 sene çalıştım. Ben Süreyya’nın fotoğraflarını çekmiştim ya! Bütün Avrupa’ya dağılıyor bu fotoğraflar. Sonra ben bütün dünyadaki ajanslar ile çalışmaya başladım. İstanbul’da ne olursa ajanslara yolluyordum.
“Amerikalılar İsrail üniforması ile savaşıyordu”
Derken altı günlük İsrail Harbi çıktı. Ben de Yahudiyim ya! Hürriyet beni İsrail’e yolluyor. 84 gün Harp Muhabiriyim. Ölmedim ama. İsrail Amerika desteği ile altı günde bütün Arap memleketlerini aldı. İki memleket kaldı. Biri Kral Faruk yani Mısır, diğeri de Ürdün Kralı. Kral Faruk Amerika’ya “ Durdur şu Yahudileri, yoksa benzinini keserim” dedi. Öteki taraftan Irak diyor ki “Durdur Yahudileri yakarım yoksa seni” dedi. Öyle bitti savaş. Daha sonra Çek ve Rusların savaşı başladı oraya gittim. Tankların altında resimlerim var. Çekiyorum ama ölmüyorum, ölmedim ben. Çekoslovakya’da 26 gün kaldım. Çekoslovakya’dan geldim Paris’teki ayaklanmalara gittim. Uçakla da yollamıyorlar ki otobüsler, terenler ile gidiyorsun. Dedim ki döndükten sonra “Ben bırakıyorum bu işi”
Tekrar magazin işine geri başladım. Bana derlerdi ki. Git bugün şu isim çıplak poz verecek. Saatlerce beklerdik. Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Türkan Şoray hariç birçok ismin çıplak resimleri var. İsim vermek istemiyorum. Evlere gidip çekerdik resimleri. Akşama kadar Divan Oteli’ne ünlü kadınlar gelirdi saçlarını yaptırmaya. Ben de onlardan randevu alır evlerine giderdim. O zaman Hafta Sonu’nun Yazı İşleri Müdürü Ergin Tezel ve İstihbarat Şefi Ülkü Ağabey vardı. Ergin Tezel’in cinsel tercihleri farklıydı. Yağmurlu bir akşam, Belma Simavi ve Erol Simavi dışarıda kalıyor ve eve dönmek yerine Ayaz Paşa’daki yerlerine gidiyorlar. Ayazpaşa’da Engiz Tezel’i üç dört tane adam ile yatakta buluyorlar ve Erol Simavi Hafta Sonu’nu kapatıyor.
Erol Simavi o zaman Gönül Yazar ile birlikteydi. Hafta Sonu kapanınca ben de Gönül Yazar’,ın menejeri ve fotoğrafçısı oldum. Erol Bey “Gönül’e” göz kulak ol yanından ayrılma diyerek beni onunla çalıştırıyordu.
“Özal ile Çin’e kadar gittim”
Erol Simavi siroz oldu ve Gönül Yazar’la İsviçre’de yaşamaya başladı. Bana dedi ki “Hafta Sonu kapandı ne yapacağız senin için Zozo?” Ben de dedim “Tekrar açalım. Sonra Hafta Sonu tekrar açıldı. Çetin Emeç’i de Hafta Sonu’nun başına aldık. Her sene tüm dünyada film festivallerine giderdim. 35 sene Cannes Film Festivali, Venedik, Berlin Film Festivali… Japonya’ya kadar gittim. Bakanlar ile çalıştım. Özal ile Çin’e kadar gittim. İngiltere’ye gittim. Kraliçe Elizabeth’in elini öptüm. Beş tane olimpiyata gittim. İspanya Kralı’nı orada çektim. Yunan Kralı ile resimlerim var.
“Brigitte Bardot, Sean Connery, Sophia Loren”
Monte Carlo’da Grace Kelly’nin fotoğraflarını çektim. Saraya gittim. Ama ben, fotoğraflarını çektiğim kişilere, fotoğraflarının yer aldığı mecmuaları yollardım. Brigitte Bardot, Sean Connery, Sophia Loren.. Hepsi ile tanışma ve fotoğraflarını çekme fırsatı buldum… İtalya’daki aktrislerin hepsinin fotoğraflarını La Chita diye bir stüdyoda çekerdim.
“Ben Ferzan Özpetek, burada film akademisinde okuyorum.” 
Rai Uno, İtalyan televizyonundan bir gün bana geldiler. Dediler “Biz İstanbul’da bir film çekmek istiyoruz. Bize yardımcı olu r musun? Bize gece çalışan bir adam lazım”. “Tabi yardımcı olurum. İşte o adam benim” dedim. İki ay sonra bana bir telefon Rai İtalia’dan .”Zozo bir biletiniz var Roma’dan” diye. Roma’ya gittim. İtalyanlar ile filmde oynadım. Biri geldi yanıma dedi ki “ Zozo Bey merhaba” . “Siz Türk müsünüz? dedim. “Ben Ferzan Özpetek, burada film akademisinde okuyorum.” dedi. Ben de ona dedim ki “Bir gün Türkiye’ye çok büyük bir rejisör olarak geleceksin. Türkiye’ye gelirsen eğer bende kal” İki sene sonra Türkiye’ye geldi. Hamam Filmi için. Ben Hamam filminde oynadım. İlk filmimdir benim. İkinci filmim ise “Harem Suare”. Harem Suare’de kralı oynadım. Üç tane filmde oynadım. Daha da çağırıyor ama gidemiyorum ki! Tekrar hafta sonuna dönecek olursak. Hafta Sonu’ndayken bir yazı için Çetin Emeç’le tartıştım.
“Bütün dünya festivallerine gidiyordum”
Ve Günaydın Gazetesi’ne geçtim. Bu sefer benimle beraber Saklambaç doğdu. Saklambaç’a hem dedikodu veriyorum, hem fotoroman yapıyorum. Sonra Sabah grubunda devam ettim. Dinç Bilgin döneminde de oradaydım. Vizon Dergisi’ne de bakıyordum. O zamanlar Zafer Mutlu’yla Dinç Bilgin tavla oynardı, 100 dolarına. Ben de onların yanındaydım çok zaman, severlerdi beni. Kim kazansa 100 doları bana verirlerdi. O ara bütün dünya festivallerine gidiyordum işte. Çetin Emeç öldükten sonra Hürriyet beni geri aldı bir dönem. 40 yaşıma gelmiştim. En son da VIP’e geçtim işte. O zamanlar da magazinci çocuklara yardım ederdim, şimdi de ediyorum. Çünkü beni sokuyorlardı her yere. İyi yazardım bir de. Dedikodu yazmazdım fazla. Dedikoduyu da iyi bir şekilde yazardım yani. Magazinde yönetici olmak da istemedim çünkü ben halk çocuğuydum. Yazmayı, çekmeyi seviyordum. Bundan 15 sene önce paparazzi filan da yoktu. Sonra bu kavram çıktı ortaya. Ve bizim kapılar kapandı. Basına kapalı oldu her yer. Böylece bizim bütün eski çocuklar hep dışarıda kaldık. Ama çok şükür yine giriyoruz pek çok yere.

20 Şubat 2012 Pazartesi

DİKKAT! TEHLİKELİ MADDE

Turhan Yükseler, Türkiye’de yetişmiş olan müzik dâhilerinden biri… Ender bulunan bir kulağa sahip… İstisnai bir şekilde küçük yaşta konservatuara alınması ile başlayan müzik hayatında önemli başarılara imza atmış. Müzisyen olunmaz, müzisyen doğulur sözünün yaşan bir kanıtı olan Turhan Yükseler, Eurovision tarihinin en genç orkestra şefi, Türkiye’ye müzik yarışmalarında uluslararası anlamda ilk birinciliği getiren isim. Bir çok ünlü ismin müzik direktörü. Uzun yıllardır MFÖ ile birlikte sahne çalışmaları devam ediyor. Şu anda ise gönlünde her zaman yatan müziği, Rock’ı Tehlikeli Madde adıyla kurdukları grupta yapıyor. Tehlikeli Madde yaptığı coverlar ile eski dönem Rock’ı modernize ederek, işte Rock budur dedirtiyor… Rockerlar Tehlikeli Madde’yi mutlaka dinlemelisiniz…












Müziğe nasıl başladınız?


Ailem müziğe olan yeteneğimi, ben üç buçuk yaşında iken fark etmiş. Notaları takip edip, tempo tutuyormuşum. Zeki Müren’in bir 78’lik bir taş plağı varmış, onu dinleyip ağlarmışım. Duygusal bir çocuk olduğum için müzisyen olabileceğimi düşünmüşler. Babam bendeki müzik ve ritim kulağını keşfedince beni dönemin konservatuar müdürünün yanına götürmüş. Konservatuarda beni sınava almışlar ve kazanmışım. Benim kulağım Absolute’tur .






“Parmaklarım çok küçük olduğu için solfej ile eğitime başlamıştım”






Ne demektir Absolute kulak?


Her türlü sesi duyma yeteneğidir. Müzisyenlerde ritim duygusu ve sesleri ayırt edebilme yeteneği ayrı ayrı bulunur. Bu iki kavram farklıdır. Bende ikisin de fazlasıyla mevcut bulunduğunu tespit etmişler. Bunun üzerine istisnai bir şekilde dört buçuk yaşında konservatuara piyano, bölümüne girdim. Hatta parmaklarım çok küçük olduğu için solfej ile eğitime başlamıştım. Sınıfları ikişer, ikişer atladım. Ortaokula başladığımda piyano bölümünün sonuna gelmiştim.






Okuma yazma öğrenmeden nota okumayı öğrendiniz …


Aslında ben okuma yazmayı da üç buçuk yaşında öğrenmişim. Daha okula gitmeden ansiklopedilerin yarısını devirmişim.






“Arkdaşlardan borç harç toplayarak kendime Framous marka bir gitar aldım”






Piyano dışında farklı enstrümanlara da ilginiz oldu mu?


Underground müziğe de ilgi duyuyordum. Led Zeplin, Deep Purple, gibi gruplar vardı. Gitar ağırlıklı müzikler yapıyorlardı. Ben de benim enstrümanım gitar demeye başladım. Arkadaşlardan borç harç toplayarak kendime Framous marka bir gitar aldım. Kulağım çok iyiydi. Saza hakim olmak olmasa da, adresleri ile tanıştım. Ancak tekniğim yetmiyordu. Piyanoyu bırakıp üç sene boyunca çalmadım. İstediğim sesleri gitarda çıkaramayınca da piyanoya geri döndüm.






“Grubun orgcusu kaçmış. Kaçan Orgcu da Garo Mafyan”














Zamanında Garo Mafyan kaçmış, onun yerine gruba siz gelmişsiniz. Doğru mu?


Nino Ferrer diye Fransız bir şarkıcının Mirza isimli bir parçası vardı. Orada ilahi bir org sesi geliyordu. “ Vay canına!” dedim. Müzik mağazalarını gezip parçada çalan Hammered marka orgu aramaya başladım. Bulamadım tabii ki. Türkiye’deki en iyi orgdan sivrisinek vızıltısı gibi bir ses çıkıyordu. Bana Barok Altılısı diye bir gruptan bahsettiler. Grubun orgcusu kaçmış. Kaçan Orgcu da Garo Mafyan. Orgcu arıyorlarmış. Aslında bu tabiri de pek sevmem ya! Ancak o zamanlar öyle deniliyordu. Orgları da Hammered markaydı. Böylece aradığım orgu bulmuş oldum. Benim önüme nota koydular, anlayamıyordum. Müzikte Armoni şifre diye bir şey vardır.






Nota okumaktan farkı nedir armoni şifrenin?


Armoni şifrede her harfin bir karşılığı vardır armonik sisteme göre. Ben hiçbir şekilde anlamıyordum Notaları basmasına basıyorum ama armoni şifre karşıma geldiği zorlanıyordum. Fakat bendeki ışığı görmüş olsalar gerek, bu çocuğu yola getiririz dediler. Bu arada Adil Aktunç’da gruptaydı biz de çalışmalara başladık. Adil beni org ile grubun repertuarlarına çalıştırıyordu.






“Adil’i gruptan nasıl ayağını kaydırır da Özkan’ı alırız diye düşünüyorum.”






Bir el alışkanlığınız var ayrıca…


Türkiye’de Hammered yoktu, kimse görmemiş böyle bir şey. Rüyada gibiydim. Adil’in bu konuda büyük desteğini gördüm. Bu arada benim başka bir grubum daha vardı. Orada da M.F.Ö’den Özkan ile aynı gruptayım. Özkan da bizim grupta bas çalıyor ve benim de çok iyi bir arkadaşımdı. Çok da beğeniyorum Özkan’ın çaldığı bası… Ben de gruba dahil olup olmama aşamasındayım ve Adil’i gruptan nasıl ayağını kaydırır da Özkan’ı alırız diye düşünüyordum.






Adil Aktunç’u gruptan ekarte etme düşüncenizi gerçekleştirebildiniz mi?


Özkan bana soruyordu, ben de “Parçalar enkaz zaten, muhakkak bir yolunu bulur seni de alırız gruba” diyordum… Çalmaya başladıktan sonra gördüm ki; durum hiç de benim düşündüğüm gibi değil. Parçaların farklı ve modern, başka bir müzik kalitesi var. Adil’in zamanlaması, tuşesi ve enstrümanına hakimiyeti çok iyi. Dedim ki; “Vay canına, Özkan böyle çalamıyor ki!”. Adil’i dinledikçe önünde saygı ile eğildim. Sonra Özkan ile konuştum “Özkancığım havada bulut, sen bu işi unut” dedim.






“O dönemde yüreğimi biraz acıtan bir olay ile karşılaştım.”






Daha sonra neler yaptınız?


Zaten o dönemde süratle yol almıştım. Artık elimin altında orkestra da vardı. Yazıyordum, çiziyordum. Yurdaer Doğulu ile çalışıyordum. Parçaların düzenlemelerini yapıyordum. O dönemde yüreğimi biraz acıtan bir olay ile karşılaştım.






Nedir bu olay?


45’likler vardı bizim zamanımızda. Ben de aranjmanları yapıyordum. Ancak plaklarda adım yazmıyordu. Yurdaer ağabeye sorduğumda bana matbaadan kaynaklanan bir hata olduğunu söylüyordu. O dönemde telif hakları da yoktu. Ben sadece isim yapmak istiyordum, maddi olarak bir isteğim yoktu. Amacım adımı duyurmak ve tanınmaktı. Bir süre sonra bazı plaklarda adım geçmeye başladı. Daha sonra stüdyo müzisyenliğine adım attım. Sonra dönemin ünlü aranjörleri kayıtlarında beni çağırmaya başladılar.






Fikret Kızılok ile de müzik adına bir beraberliğiniz olmuştu…


Fikret Kızılok ile de o dönemde tanışmıştım. Birlikte Tehlikeli Madde diye bir grup kurduk. İsmi Tehlikeli Madde’ydi ama tehlikeli bir müzik yapmıyorduk. Fikret Kızılok’un bana en büyük katkısı Timur Selçuk ile tanışmış olmamı sağlamıştır. Timur Selçuk bu ülkede takdir ettiğim ender müzisyenlerden biridir. Çok iyi dost ve arkadaş olduk. Tekniğim ve kulağım çok iyi olduğu için aklınıza gelebilecek her aranjör ile çalıştım. Rocker dönemim bir buçuk sene sürdü ve ben de eski çalışmalarıma devam ettim.






Eurovision çalışmalarınız ne zaman başladı?


1979 senesinde Eurovision’a bir beste yaptım. Şarkıcı olarak Çetin Alp’i seçmiştim şarkıcı olarak. 214 parça arasında birinci oldu. Ancak finalde birinci olamadım ve Türkiye farklı bir parça ile katıldı. Ben de o zaman beddua ettim. “Ben yarışmaya katılamıyorum, inşallah onlar da katılamaz ” diye. Arap- İsrail savaşı patlak verdi. TRT bu sene Eurovision’a katılmıyorum diye karar aldı.






“Eurovision tarihinin en genç orkestra şefi”






Sizi pek kızdırmamak gerek…


Eveet… Bana yar olmadı kimseye yar olmasın… Sonra seksen yılında beni çok başarılı buldular. Hatta gazetelerde yazdı “Eurovision tarihinin en genç orkestra şefi” diye. Seksen yılında beni Ajda Pekkan’a besteci olarak seçtiler. Beş tane besteci seçilmiştik ama benim bestem yerine Petrol birinci oldu. Kuzgun’a yavrusu anka görünürmüş, ben de çok beğeniyordum parçamı, Ajda da öyle ama olmadı.






“Ülkeye ilk uluslar arası anlamda birincilik getiren müzisyenim.”






Yine beddua etmediniz değil mi?


Bu sefer etmedim ama şarkıya Mercedes’in at arabası ile çekildiği bir klip yaptılar. Avrupa kamuoyunda büyük tepki gördüğü için Ajda o sene pek başarılı olamadı. Kuşadası Altın Güvercin müzik yarışmasına 15-16 sene hem orkestra şefi olarak hem de besteci aranjör olarak katıldım. Uluslararası Çeşme Müzik Yarışması dört beş sene kadar yapıldı. Ülke adına iki birinciliğim oldu. Parçanın birini Neco, diğerini de aşkın Nur Yengi söylemişti. Ülkeye ilk uluslar arası anlamda birincilik getiren müzisyenim. TRT kurumu da beni hem şef, besteci ve aranjör olarak seçti. Diğer yarışmacıların tepkisi yünden bestecilikten feragat ettim.






Yeni bir albüm düşünüyor musunuz?


Yeni bir albüm yapmam ama single çıkarmayı düşünüyorum. Müzik direktörlüğünü yaptığım bir iki grup var. Turhan Yükseler Band ve Kapris.






Benim Rock müziğe ayrı bir ilgim var dediniz. Bir Rock albümü düşünmez misiniz?


Fikret Kızılok ile kurduğumuz Tehlikeli Madde, tehlikesiz olarak kaldığı ve grubun isim babası ben olduğum için, bu grubu yeniden kurma kararı aldım. Ülkemizin önde gelen enstrümanistleri ile birlikte bir grup oluşturduk. Hendrix’i coverlayıp kendimize göre bir repertuar yaptık. Çok az da Deep Purple var içinde. Bu isimler benim gençliğimin ilahlarıdır.






Grubunuzda kimler var?


Repertuarımız onların şarkılarından oluşuyor. Klavyede ben, Basta İsmail Soyberk Davulda Bülent Ay, Gitar Uluğ Özkan. Gitar Vokalde Çağdaş Özmen bulunuyor. Geçmişlerin soundunu günümüz ile yansıtıyoruz. İki parçalık bir single hazırlayacağız. Kadıköy Woodstock’da konserlerimiz oldu. Olumlu tepkiler aldık. Kaliteli bir grup ve çalışmalarımızı sürdüreceğiz.