11 Mayıs 2012 Cuma

KÜÇÜK İNSANLARIN PSİKOLOJİSİ İLE OYNAMAYIN!!!

Bu ülke nasıl bir yere dönmüş... Her şey satış pazarlama... Kurum için ilan verdik aramayan kalmadı. Eğitim almak isteyenlerin dışında tüm pazarlama firmalarından telefon geldi. Herkes firma yetkilisi ile görüşüp kendi ürününü satmaya çalışıyor. Bu şekilde çalışan yerler, gazetelerin başında oturup herhalde kim ilan verdiyse onu arıyorlar. Eminim ki çalışanların hayalindeki meslek bu değildi.
Zaten bu ülkede, hiç kimse kendi işini yapamıyor. Kimyacı isen; ilaç pazarlayacaksın, makine mühendisi isen; makine satacaksın. Gazeteci isen reklam alacaksın... Zaten işletme, iktisat okuduysan hepten bittin. Sokakta yürüyorsun herkes broşür dağıtıyor. Çocuk garson olarak girmiş işe vermişler eline broşur, dağıt, bağırarak yoldan müşteri topla. Hele anlayamadığım bir konu ise bu kişilere neden palyaço kıyafeti giydiriyorlar, içimizdeki çocuğa mı hitap etmeye çalışıyorlar... Sokakta artık yürümek istemiyorsun, broşür dağıtanlar ile göz göze gelmemeye çalışmak da cabası.... Bir firmada işe başlıyorsun , bir bakıyorsun alakasız bir şekilde yine satış pazarlama işindesin... Her taraftan reklam fışkırıyor. Kafanı nereye çevirsen billboard.... Otobüs durağında otururken, otobüse binerken, otobuste evde her yer reklam.... Herkes bir şey satmaya çalışıyor. Çalışanlara akıl alınmaz hedefler veriliyor. Satamayanlar, kendini yetersiz hissettiriliyor. Sanki herkes doğuştan satmaya yetenekliymiş gibi. Bu insanlar başka işe giremiyorlar çünkü bütün işler, bir şekilde pazarlamaya bağlanıyor. Satamadığında yetersizsin, tüketici de alamadığında yetersiz..... Ama maaş vermeye kalkınca başka; 10 yıldır bu ülkede aynı maaşla çalışıyoruz. Bu maaşla bana ne satacaklar, ya da ben ne alacağım. Siz verin hak edilen ücretleri bakalım , bu insanların satış kabiliyeti nasıl yükseliyor. Hayır anlamadığım bir konu zaten bu küçük insanlar, hep daha güzel olucam, daha iyi görünücem, daha prestijli olucam diye kendilerini paralıyorlar. Bankalara ve devlete çalışıyoruz zaten bir şekilde.. Dünyadaki en yüksek vergi veren milletiz ama kazanmıyoruz. Bu millet aç, ama sen hala güzellik ürünü satmak peşindesin onlarda aç olmalarına bakmadan daha güzel görünme peşinde. Ama yeter yani siz daha zengin olacaksınız diye küçük insanların psikolojisi ile oynamayın...

8 Mart 2012 Perşembe

ZAMAN GEÇSE DE EFSANE DEVAM EDİYOR ERKİN KORAY

ÖYL EBİR GEÇER ZAMAN Kİ…
Zaman geçebilir, tarzlar, insanlar değişebilir ama efsane devam eder… Rock’n Roll’un efsane ismi Erkin Koray,  Rock ‘n Roll ruhunun ölmediğini bize bir kez daha kanıtladı.

En sevilen şarkılarınızdan biri öyle bir geçer zaman ki? Müzikte zaman yoktur ama…
O benim yazmış olduğum güzel şiirlerden biri, arkadaşlar buldular. Özenerek yazdığım bir parçaydı. Müzik hayatım boyunca baştan savma bir şey yapmadım zaten. 40 yılda, hatta biraz daha az üstünde durarak bitirmiş olduğum birkaç parça vardır. İşimi hafife almıyorum hiçbir zaman, son dönemde bir gecede yazıp ertesi gün kayda giriyorlar. Ne kadar az zamanda yaparsak o kadar başarılı oluruz diye düşünüyorlar. Kaliteli işin zamanı olmaz her daim dinleyici bulur. Zaman tabii ki geçiyor, önemli olan kalıcı olabilmek.
Nasıl başladı bu müzik sevdası?
Sevda gibi de değil aslında, benim ki evin içinden geliyor, aileden. Ama yaradılış da var tabi. Bazen olmadığı da oluyor. Mesela benim kızım müzikle uğraşmıyor. Müzisyen olayım diye de düşünmemiştim. Kolumuzdan tutup sahneye attılar.
Kim teşvik etti sizi?
1957 yılında Alman Lisesi’ndeyken, ağabeylerimiz bizi teneffüslerde dinlemişler. Bizim grubumuzu çalması için Galatasaray Lisesi’nde bir konsere götürdüler. Konsere bizde katılıp söyledik. Ben aslında mühendis olmak istiyordum. Müzik beni bambaşka bir yöne götürdü.
İlk sahneye çıkışınız da bu konserle oldu, Nasıl tepkiler aldınız?
O zamanlar da Rock’n Roll falan yoktu, Türkiye’de bilinmezdi. Ben Rock’n Roll ile girince, salon allak bullak oldu. Gerçekten unutulamayacak bir gündü. İnsanlar ilk defa, canlı olarak Rock’n Roll dinledi. Ondan sonra da, arkası geldi. Öğrenci olduğumuz için okullarda çalmaya başladık. İlk grubumu kurdum.
Profesyonel olarak, ilk sahneye çıkışınızı hatırlıyor musunuz?
Maalesef hatırlayamıyorum. O kadar yoğun senelerdi ki, hatırlamakta güçlük çekerim. O zamanlar pavyonlarda çalıyorduk. Gençler bizim dönemimizde eğlenmek için pavyonlara giderlerdi.
Sizin zamanınızdaki pavyon kavramı daha farklıydı değil mi?
Evet, pavyonlar eğlence mekanlarıydı. Daha derli topluydu bizim zamanımızda. Gruplar pavyonlarda çıkıp söylerlerdi. Şimdiki kulüpler gibiydi.
Sizi etkileyen ve Rock’n Roll yapmaya iten sanatçılar kimlerdi?
Elvis Presley tabi ki. Biz Batı yakasının çocuklarıyız. Salyangoz da satılabilirdi, bizim mahalle de.
Bir şarkınız var, “It’s So Long” diye… Zamanının çok ötesinde bir şarkı. Sizde nasıl gelişti bu tarz?
Zamanla gelişti tabi ki. Bende, müzikle uğraştıkça, bu memlekete daha fazla bir şey yapma fikri oluştu. Ben Rock’n Roll gitarcısı ve sanatçısıyım. İngilizce repertuarım, Türkçe repertuarımdan daha fazladır ama Rock’n Roll’u Türkiye’ye de tanıtmak ve sevdirmek istedim.
Birçok grubunuz oldu ama adınız hep yalnız devam etti. Nedir bu işin sırrı?
Bir sürü grup işi, biraz söylenti gibidir. Küçük, bir plaklık işlerdi bunlar. Benim aslında iki tane grubum oldu. Biri Ritimciler, diğeri de Yeraltı Dörtlüsü; esas gruplarım bunlardır. Şarkıyı söyleyen, aranjmanı yapan, organizasyonu ayarlayan benim. Bu ağırlıkta birinin bir daha gelmesi çok zordur.
Döneminizin ve şimdinin efsanesisiniz. Tarih bunu daha da güzel cevaplandırabilecek. O dönem için The Beatles’a nasıl efsane diyorsak, bizim ülkemizde de Cem Karaca, Erkin Koray gibi efsanelerimiz var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bizim onlardan hiçbir eksiğimiz yok.
Erkin Baba olarak ne zaman anılmaya başladınız?
Çok uzun zamandır. Bende ne zaman başlandığını bilmiyorum ama yaşla ilgili değil. Rock’n Roll’un babası olarak bu lakabı kullanıyorlar. Bizde kolay kolay, müzikte bu sıfatı vermezler.
Batı müziğini doğu müziğine sentezleme fikri nasıl oluştu?
Bu konu uzmanlık alanım olduğu için gelişmiştir. Bir araştırma neticesidir. Araştırmacı bir müzikçiyim. Dolayısı ile benden çıkması doğaldır. İlk başta hep batı müziği dinliyordum. Daha sonra Türkiye’de yaşadığım için Türk Müziği dinlemem gerektiğinin farkına vardım. Çünkü biz çok Batılı yetiştik.
Sizin yaptığınız müzikte bir isyan var. Bu neyin isyanı?
Her şeyin. Somut olarak anlatılacak bir şeyi yok. Çok derin bir konudur bu.
Gençler bu kadar sizi severken, döneminizde de bu kadar sevilirken, devlet neden size bu kadar karşı çıktı?
Hala da öyle. Netice de burası bir Ortadoğu ülkesi. Devletten hiçbir zaman bir beklentimiz olmadı. Hep bizim üstümüze gelmiştir devlet, bizi anlayabildiklerini sanmıyorum. Biz ve bizim gibi insanlar ileriye dönük kişiler, batı medeniyetlerinin yansımasıdır Türkiye’de…
Doğu – Batı sentezi deyince aklınıza ilk hangi parçanız geliyor?
“Şaşkın”… Arabesk bir ritim gözükmesine rağmen, bir taraftan batı kokar… Arabistan’da bile benim “Şaşkın”ı dinliyorlar kendilerininkini değil.
Döneminin bir adım ötesinde bir parça…
Evet kesinlikle. Zaten Araplardan daha iyi yapamazsam, yapmam. Bazı değerleri, onlardan iyi yapmam lazım. İddialı bir insanım. Ben Rock’n Roll’cuyum. Hala sahnede şarkılarımı Rock’n Roll tarzında çalıyorum. Yine gitarlı, orglu…
Sizin efsane bir gitarınız vardı değil mi?
Evet var. Son derece gizli bir yerde saklıyorum. Sahnede değil ama bazen o gitarımı çalıyorum. Yıpranmasını zarar görmesini istemem. (Erkin Koray’ın bir dönem banka kasalarında da saklı, kendisi ile özdeşleşen 1961yılı yapımı Gibson marka, SG kasasında o zamanlar SG adını almamış ve Les Paul Custom olarak geçen bir elektro gitara sahiptir.)
Müzisyen iyi olduktan sonra, enstrümanın pek önemi olmaz herhalde.
Elime ne alsam, ses çıkar…
İlk elektro-bağlama da sizin eseriniz. Farklı bir çalışma.
Evet, bir örnek olsun diye.
Gitar çalıyorsunuz, bağlama neden?
Bağlamacılar bu işi çok geç kavrayacaklardı. Ben hızlansın diye yaptım.
Günümüzden bahsedelim. Bu internetin, korsanın bol olduğu günlerdeki sıkıntılara ne diyorsunuz?
İnternet tüm dünyanın sıkıntısı artık… İleri ki günlerde, umuyorum her şey rayına oturur. Daha hakkaniyetli bir dağıtım yapılabilir.
Günümüz Rock’çılarını dinliyor musunuz? Veliaht diyebileceğiniz birileri var mı?
Çok sevdiğim genç gruplar var, bir sürü. İmkânları da çok fazla olduğu için, Amerika da hangi ses varsa; siz de onu kullanabiliyorsunuz. Dünya standartlarında çalınıyor müzikler. Muhakkak bizim yerimize, ilerde çıkacaktır birileri. Boş kalmaz yerimiz.
İnsanın ruhu yaşlanıyor mu, yaşlanma hissediyor musunuz?
Yaşlanıyordur herhalde, ama ben gayet iyiyim. (Gülüşmeler)
Ruhunuz kaç yaşında?
Hala Rock’n Roll. (Erkin Koray’da ki Rock’n Roll ruhunun hala ilk günkü gibi canlı olduğu, sorumuza verdiği ifadeden oldukça iyi anlaşılıyor)
Geçmişte saçmalık yaptığım dediğiniz konular var mı?
Olmaz olur mu? (Erkin Koray’ın yüzünde hınzır diyebileceğimiz bir gülüş belirdi.)
Sadece Rock’n Roll mu diyorsunuz?
Her zaman ve sadece Rock’n Roll.
Sevgililer günü için bir parça söyleseniz?
Sevince. (gülüşmeler)

LİKA'NIN SESLERİ ANJELİKA AKBAR

Resim yazısı ekle


Anjelika Akbar Türkiye’de klasik müziğin geniş kitlelere yayılmasını sağlayan eşsiz bir müzisyen. Akbar’ın piyanodaki melodilerini dinlerken kendinizi notaların uyum içinde dans ettiği farklı bir dünyada buluyor, müziğin evrenine yolculuk ediyorsunuz. Müziğin evreninde herkes bir…




Anjelika Akbar Türkiye’de klasik müziğin geniş kitlelere yayılmasını sağlayan eşsiz bir müzisyen. Akbar’ın piyanodaki melodilerini dinlerken kendinizi notaların uyum içinde dans ettiği farklı bir dünyada buluyor, müziğin evrenine yolculuk ediyorsunuz. Müziğin evreninde herkes bir…


Anjelika Akbar Likofoni isimli Albümü ile müziği ve piyanoyu seven herkesi bu evrende buluşturuyor.
Müzik hayatınız nasıl başladı…
Kendimi doğuştan müzik hayatın içinde buldum. Annem koro şefi ve piyanist, babam ise hem orkestra şefi, hem de felsefe profesörüdür. 2.5 yaşımda notaların yazılışını, okuyuşunu ve piyano üzerindeki yerlerini biliyordum. 4 yaşımdan itibaren okuma yazmaya ve 5 yaşımdan beri konser vermeye başlamıştım. Hepsi benim için çok doğaldı, onlarsız yaşayamam gibi bir halim vardı. Doğal olarak diğer yaşıtlarımdan farklı bir hayat sürüyordum, ama bu hayatı ben kendim seçiyordum, tercihlerimi kesinlikle kendim dile getiriyordum. Yuvada iyi yemek yemediysem, ya da o gün uyumadıysam, annem bana “Anjelika, bugün piyano çalmak yok” der ve tüm hayatım kararırdı! Böyle bir aşk hikâyesi benimki…
Türk vatandaşı oldunuz… Türk vatandaşlığına geçmeye nasıl karar verdiniz?
Bu hikâyeyi tüm detayları ile “İçimdeki Türkiye’m” adlı kitabımda yazdım. Kısaca, Rusya’da iken UNESCO üyesi idim, UNESCO siparişi ile yapılan uluslar arası bir film projesinde besteci olarak yer aldım; eski eşim ise filmin senaristi idi. Uzun süren ve birçok ülke kapsayan bir çekim serüveninden sonra, sıra 1990 yılının sonunda Türkiye’ye geldi. Ama o sırada 7.30 aylık hamile idim; doktorlar tekrar uçmama izin vermedi ve oğlum mecburen İstanbul’da doğdu. O süreçte karşılaştığım mükemmel Türk insanları bana Türkiye’yi sevdirdi, buraya resmen âşık olmuştum. Ama aslında oğlumu birkaç ay burada biraz büyütüp Rusya’ya geri dönecektim. Tam o sırada SSCB dağıldı; gittikçe pekişen Türkiye aşkı ve kalbimdeki sesin bana söylediği ile burada kalmaya karar verdim. Birçok Türk, burada başıma gelen bazı olumsuz olayları duyunca hala neden burada olduğumu sorar; hâlbuki olumsuzluklar her yerde vardır; ama Türkiye’de bulduğum derin maneviyatı başka bir yerde bulamadım; ne Rusya’daki Üniversitelerde, ne de Himalayalar’daki aşramlarda…
Bütün albümleriniz çok başarılı. Türklerin sizi daha çok tanıdığı ve benimsediği albüm ise Bach A L’ Oriantale mi oldu? Bu albümü yapmaya nasıl karar verdiniz?
Tesadüfen oluşan bir proje diye bilirim. Çalışmanın öncesinde “doğu enstrümanları Bach’ın müziği ile birleştirip bir de klipinde Asena’nın dansını ekleyeceksin” demiş olsalardı, kahkahalarla gülerdim ve inanmazdım. Fakat günün birinde tesadüfen bir yerde Asena’nın yeni çıkmış olan bir albümün ritim kompozisyonu geldi kulağıma. Daha önce hiç dinlediğim bir müzik türü değildi. Birden bire bu ritim aklımda J.S.Bach’ın hepimizin çok iyi tanıdığımız WTC’dan Prelüt Do Minör’ü çağrıştırdı. Piyanoya geçip ikisini üst üste çaldım; hem çok güldüm hem de çok şaşırdım; ikisi arasında garip bir “tezat içinde uyum” vardı! O beni etkiledi. Kendi kendime dedim ki: “Bach Doğu’ya gelseydi benim gibi o da Doğu ritimlerinden ve ezgilerinden çok etkilenir, mutlaka bir çalışma yapardı”…Proje öyle doğdu. Sırasıyla sevdiğim ve değer verdiğim müzisyenlerle görüştüm (Erkan Oğur, Mısırlı Ahmet, Reyent Bölükbaşı, Djoke Winkler Prince ve birçok müzisyen daha) ve hepsi böyle bir atölye çalışmasında yer almak istedi. Albümün kapağında dedim ki: “Bu bir müzik deneyi değildir, çağın ihtiyacıdır. İnsanlar birbirileri ile kucaklaşmadan önce müzikleri kucaklaşsın”.Bir de ekledim: “Dağ köyündeki çobanın türküsü, Mozart’ın senfonisi, Hırvat Dansı veya Bach’ın ölümsüz eserleri; hepsi özünde BİR!
Söz kullanmasam dahi, bestelerim için “yapılmamış filmlerin müzikleri” tanımlaması sıkça tekrarlanır. Demişsiniz? Her bestenizi bir film hikâyesi gibi mi yapıyorsunuz?
Evet, öyle denilebilir… Müzik, içerik, görsellik, renkler ve geometri duygularla ve düşüncelerle birleşiyor, bestelerimi yaparken. Her biri bir serüven, bir süreçtir… Sanırım müziklerimi dinlerken her bir insan gözlerini kapatıp kendi filminin yönetmeni olabilir…
Hayata, yaptığınız işe, insanlara bakış açınızı genel olarak nasıl ifade edersiniz? Hayat görüşünüz nedir?
Bakış açımı hem internet sitemde ( www.anjelikaakbar.com ) hem de kitabımda bulunan “Benim Yolum / My Way” yazısında belirtiyorum. Yaptığım ne ise, her şeyi şu cümlede ifade ettim:
“Piyanist misin, yoksa besteci mi?” diye soranlara cevabım: Ben öncelikle piyano enstrümanıyla bütünleşmiş, onu çok iyi kullanan bir besteciyim!.. Piyanistliğimin tek farkı şu: ellerimde on parmak yerine on kalbim var;tuşlara onlarla basıyorum!..”
“Likafoni” ismini verdiğiniz yeni bir albümünüz çıktı. Nedir Likafoni?
Küçüklüğümde ismimi telaffuz edemiyordum. Anjelika demek yerine kısaca “Lika” diyordum. O zamandan beri aile, dostlar ve hocalarım bana Lika demeye devam etti. Yeni albümü oluştururken bu sefer besteci kimliğimle değil, piyanist kimliğimle bir çalışma yapmak istedim ve küçüklüğümden itibaren etkilendiğim bazı Klasik müzik eserlerini bir albümde toplamaya karar verdim. Lika-foni kelimesinin ikinci kısmı “foni” yani “sesler” anlamına geliyor. Müzik terimi gibi duran bir kelime aslında “Lika’nın sesleri” anlamına geliyor.
Albümün içeriğinde neler var?
Albümde bazı Rus bestecilerinin (S. Rachmaninov, G. Sviridov, A. Khachaturian, P.I. Tchaikovsky, A. Scriabin) yanı sıra J.S. Bach, J. Brahms, F.Chopin’in eserleri yer alıyor. Albümde yer alan bu klasik eserlerini sadece klasik müzik severleri değil, aynı zamanda bu tarz müziğe mesafeli bakan insanların da kolaylıkla dinleyip sevebileceklerine inanıyorum. Albümde solo piyano eserleri dışında piyano- çello düetleri var. Bu eserlerde bana çellist Rahşan Apay eşlik etti. Albüm çok yeni piyasaya çıkmasına rağmen, her kesimden çok güzel mesajlar geliyor; gerçekten de klasik müziği daha önce pek de dinlemeyen insanlar da albümü alıp mutlulukla dinliyor ve beğeniyor…
Rahşan Apay ile olan müzik birlikteliğine nasıl karar verdiniz?
Rahşan hanım ile yıllar önce “bir’den Bir’e” adlı albümümün stüdyo kayıtlarında tesadüfen tanışmıştık. Bestelerimi seslendirecek bir yaylı çalgılar dörtlüsüne ihtiyacım vardı ve kayıt için gelen müzisyenler arasında Rahşan hanım da vardı. Çellosundan dinlediğim sesler beni büyüledi. Gerçekten çok iyi bir çellist olduğunu o zaman anladım ve yıllar içinde kendisini hiç unutmadım. 3 yıl önce yeniden bir proje için davet ettim ve o zamandan beri yakın bir işbirliği içerisindeyiz. Bu albüme de birkaç piyano-çello eseri dahil etmek istediğimde, seçimim hemen Rahşan Apay oldu!
İlk klibiniz Libertango adlı eden Libertango’yu tercih ettiniz…
Dediğim gibi, albüm tamamen klasik müzik eserlerden oluşuyor; fakat bu eserler “korkutacak” klasikler değildir. Klasik müzikten uzak olan insanlara hitap edebileceğine inanıyordum; ve özellikle bonustrack ile insanların bu albüme ilgisini çekmesi için popüler ve klasik müziklerin sınırında olan parlak bir besteci Astor Piazzolla’yı seçtim! Onun dünyaca ünlü Libertango’su kolaylıkla bir köprü görevini görürdü; o zaman vesile ile Bach, Chopin, Rachmaninov’a ulaşmaları için bir aracı olurdu. Görsel faktörün da etkisi çok yüksek olduğu için, Libertango üzerine bir de klip çektirmeye karar verdim. Senaryo’yu yazdım ve klipin dinamik, “genç” olması için onu büyük oğlum Yürek’e ve sınıf arkadaşlarına çektirttim. Profesyonel yönetmen Turgut Ünal ise supervisor olarak klipe katkıda bulundu.
Klibinizin şu anda sadece internette yayınlanıyor Özel bir sebebi var mı?
Tabi ki bunun önemli bir nedeni var. Şöyle ki Libertango eseri, bildiğiniz gibi enstrümantal bir eser. TV kanalları ise söz içermeyen klipleri yayınlamıyor. Tek kullanılabilecek mecra her an ulaşılıp seyredilmesi açısından internettir. Ayrıca gençlerin de en çok zamanı geçirdikleri ortam internettir. Fakat elbette çıktığım TV programlarında klip yayınlanıyor.  Bu arada klipi izlemek isteyenler www.youtube.com sitesinde “Anjelika Akbar Libertango” olarak arayıp izleyebilirler.
Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?
Şu anda üzerine çalıştığım birkaç müzik eseri var. Onlardan biri “Anjelika Akbar Plays Piazzolla” projesi. Aslında proje tamamen hazır, sadece projeyi hayata geçirmem için bir sponsorluk desteği arayışındayım. Sahne prodüksiyonu için destek bulduğum anda “start” düğmesine basacağım. Bir diğer büyük proje ise ilahilerin, türkülerin ve kendi bestelerimin olacağı büyük bir görsel ve müzikal prodüksiyon. Aynı zamanda tiyatral ve edebi öğeleri taşıyacağı bu projenin ismini şimdilik açıklayamam, ama umuyorum ki sahnelendiğinde seyreden insan, salona girmiş gibi oradan çıkmayacaktır… Bir değişim yolculuğu yaşatmayı umuyorum…
Müzik dışında bir de iki tane kitap hazırlığım var. Umarım önümüzdeki 2-3 yıl içinde bu projelerim birer birer hayat bulacaktır.

21 Şubat 2012 Salı

GÜNAYDIN TÜRKİYE’M






Tipik bir İkizler burcu olan ve doğuştan radyocu olduğunu söyleyen Cem Ceminay, konuşmaya annesinin karnında başlamış göbek bağı kesildiğinden beri de hiç susmamış. Doğum yeri İstanbul. Doğum günü de 7 Haziran. Tarih ise Marmara Denizinde çöplerin yerine insanların yüzdüğü M.Ö sürreal bir zamanda. Cem Ceminay’ın kendi biyografisi bu cümleler ile başlıyor. Sabahın erken saatlerinde programından sonra yaptığımız röportajda, dakikada bin kelimelik performansı ile Cem Ceminay’ın radyocu olmak için doğmuş olduğuna kendi gözümüz ve kulaklarımızla şahit olduk… Cem Ceminay hiç bitmeyen enerjisi ve güler yüzü ile bizlerleydi…
Cem Ceminay ile programımız başladı….
Sevgi, saygı, birlik ve beraberlik… İşte benim sloganım… Radyo programıma böyle başlıyorum sonra üç saat boyunca bu tempoyla devam ediyorum. Gayet süratli, gayet huzurlu, gayet dinamik ve enerjik. Benim görevim insanları sabahları güzel, neşeli ve pozitif uyandırmak, insanları mutlu etmek ve bu stres dolu yaşam içersinde bir rahatlık verebilmek.
Daha önce radyo N101′dik şimdi Capital Radyo oldunuz . Genel Yayın Yönetmenliği’ne devam ediyor musunuz?
Ben burada daha önce Genel Yayın Yönetmeniydim. Şimdi sadece programcı olarak devam ediyorum, sabah programlarını yapıyorum ve 80′lerin 90′ların müziğini çalıyorum. Ankara’daki eski Capital Radyo’nun devamıyız aslında. Biz 80-90’ların en iyi parçaları çalıyoruz. Biraz nostaljik, tempolu, dinamik bir radyo programı yapıyoruz aslında. Ben zaten radyocu olmak için doğmuşum.
Sabahın en erken saatlerinde, daha hiç kimse gözlerini açmamışken bu enerjiyi nasıl sağlıyorsunuz?
Ben de erken kalkmayı seven biri değilim, mikrofonun karşısında geçince enerji doluyorum. Ben Cem Ceminay ismini radyo adı olarak aldım. Benim asıl soyadım Gökmen. Soyadım pek uyumlu olmadığından, Ceminay olarak değiştirdim. Ceeeeem Ceminaaay olarak başlayan radyo programı enerjisini aynı şekilde devam ettiriyor…
İlk radyoculardan olmak, Amerika’dan sonra Türkiye’de böyle bir program yapmak nasıl oldu?
Amerika’dan gelmenin bir avantajı vardı. Hevesliydim. Küçüklüğümden beri isterdim. Bu istek ve arzu; beni bu işte beni başarılı kıldı. Radyo kurdum ama açmak kısmet olmadı. Sonra Power-Fm’e girdim. Orada bir üne sahip olduktan sonra, Number One fm’e geçtim. Şimdi radyoculuk kariyerimin doruğundayım ve ilk günkü heyecanım hala devam ediyor. Radyo da da belli oluyor bu sesinizin tonundan. Benim iyi dinleyicilerim, benim o günkü havamı anlarlar . Tabi biz kötü olduğumuz zamanları yansıtmamaya çalışıyoruz.
Hiç mi canınızın sıkkın olduğu bir gün olmuyor?
Programdayken canımın sıkkın olduğu bir an olmadı. Olaylar her gün değişik bir şekilde gelişiyor. Nihat Doğan’ın Survivor maceraları, doğa olayları, kültürel meseleler de paylaşılıyor.
Medyadaki olaylara eleştirel bir bakış sunuyorsunuz programınızda. Tepkiler nasıl oluyor?
Ben insanları eleştirmiyorum, sadece haberleri yorumluyorum. Tüm bunlar; hayatımın içinde… Konuşmayacak mısın? Konuşup, yorum da yapacaksın.  Ben insanların aklından geçirip de, söyleyemedikleri şeyleri dile getiriyorum. Bazen tepki aldığım oluyor ama olumsuz tepkiler ile pek karşılaşmıyorum açıkçası. Aynı zamanda Vatan Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyorum cumartesi ve pazar günleri.
Size gelen tepkiler ile ilgili aklınıza gelen bir konu var mı?
Vatan’da Erkan Petekkaya hakkında bir yazı yazmıştım. Kadın haklarıyla ilgili bir davete gitmiş ve iddialara göre orada uygunsuz bir durum olmuş. Erkan, yazımı okuyunca beni aradı  ve “ben böyle bir şey yapmadım” dedi. Asıl durumu anlattı, ben de değiştirdim. Erkan Petekkaya’ya inandım.  İnanmasaydım değiştirmezdim.
Kendiniz ile ilgili çıkan haberlere nasıl tepki veriyorsunuz?
Gündem de haber yaratacak bir şekilde yaşamıyorum. Bu benim kendi tercihim. Ortaya fazla çıkmayı, özel hayatımı paylaşmayı seven biri değilim. O bakımdan da çok rahatım. Bu sebepten dolayı birçok iş kaçırdım parasal açıdan ama bu beni çok rahatsız etmedi. Gidişatımdan memnunum.
Sabah saatlerinde işe giden her insanın ihtiyacını karşılayacak bir şekilde içeriklere sahipsiniz..
Dünya turu, para durumu, sağlıkla ilgili her şey ve daha fazlası. Gazete ve dergi okumadan da her şeyden haberdar oluyorlar. Şehirde büyük bir trafik sorunu var. 2-3 saatte işe gidiliyor. Dinleyici kitlesini uzun süre radyoya bağlamak büyük bir olay. Hafta içi her gün, her sabah dinleyicilerle buluşuyoruz.
Radyocu olmak isteyenlerin nasıl bir yoldan geçmeleri  gerekiyor?
Bunun bir yolu yok ne yazık ki. Ben doğuştan radyocuyum . Küçükken kendi amatör kendi radyosunu yapmış bir adamdım. Bugünkü gençlerin radyocu olabilmesi için kendilerini kanıtlaması gerek. Radyonun onlara ihtiyacı olmalı. Reklam alan radyocular, popüler olan radyoculardır. Bunlarında sayıları azdır. Bir anlamda kendi kendilerini pazarlamaları gerekir.
Programınızda yenilikler var mı bizi bekleyen?
Her zaman yenilikler yapıyoruz. Şimdi melek arayışındayım. 500′den fazla başvuru geldi. Çoğu benim dinleyicim zaten.  Üç melek ile program yapmayı düşünüyorum. Birbirleri ile kapışmazlarsa sorun yok.
Cem Ceminay’ın özel hayatı nasıldır?
Pek bir sosyal hayatım yok, evi seven bir insanım. Yerimde duramam ama evin içinde yerimde duramamayı tercih ediyorum. Mazbut bir hayatım var sayılır. Tek eşliyim, ilişkim var. Sevgilim var deyince, “kaç tane var ?” diyorlar. Ben biraz uslandım, duruldum. Sonradan aradığımı buldum ve artık yavaşladı hayatım. 20′li yaşlarda değilim artık. Erkeğin galiba yaşı bunları yapamayacak kadar ilerlemiyor.

SADECE BİR MEKTUP- ÖZER BERKAY



Bundan uzun yıllar önce “ Galatasaray Sevgisi” başlığını taşıyan bir mektup, Galatasaraylıların evlerinin posta kutularına ulaştı. Mektup senelerce birlikte okuyan ama hayatın düzeni içerisinde uzaklaşan arkadaşları bir araya getirdi…

Bu mektuplar o gün yüz yirmi kişiyi bir araya topladı… Bu sayı gün geçtikçe dört bine kadar ulaştı… Eski arkadaşlar, sadece Özer Berkay’ın duyguları düşünceleri, edebiyatı, felsefeyi, şiiri. Galatasaray’ın sorunlarını, çözüm önerilerini tutkuyla anlatan mektupları ile birleşti…
Özer Berkay, Galatasaray’ın sevgi meleği, sadece bir mektubun insanların hayatını nasıl değiştirebileceğinin bir göstergesi. Amaç ise yalnızca dayanışma ve arkadaşlık…  Özer Berkay’ın İçindeki bu sevgi hiç bitmeyecek…
“Galatasaray Lisesi Mezunuyum”
Özer Berkay Kimdir?
Ben 1932 İstanbul doğumluyum. Babam İstiklal savaşı gazilerinden emekli bir Albay Gazi Berkay’dır. Galatasaray Lisesi Mezunuyum. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Hukuk fakültesini kazandım. Ancak maddi durumumuzdan dolayı çalışmak zorundaydım. O zaman Hilton oteli yeni açılmıştı bende gidip oraya başvurdum. Başvurumu yaşımdan dolayı garip karşılasalar da, beni şirin tavırlarımdan dolayı iyi bir işe aldılar. Orada yükselerek Gece Müdürü oldum. Daha sonra askere gittim. Dönüşte İngiliz Hava Yolları ile çalıştım. Hava yollarından sonra seyahat acenteliği işinde çalıştım Amerikan Ekspres’te. Turizm camiasında önemli bir isim haline geldim hatta ilk kurucularındanım diyebilirim…
“Ben insanları seviyorum ve herkesin benden çok bildiği bir şey vardır diye düşünüyorum…”
Turizm işinden Günaydın Gazetesi’ne geçişiniz nasıl oldu?
Bir gün daha önce Hilton’da tanıştığımız Haldun Simavi Bey bana gazetede iş teklif etti ve Günaydın’da onun ile uzun seneler çalıştım. Bugüne kadar başarılı iş deneyimlerim oldu ve hep aktif bir adamdım. Kendimi yetiştirdim. Dünyaya hep farklı bir göz ile baktım. Bunun üzerine kaliteli iş hayatı gelince de, ben bambaşka garip bir adam oldum.  İnsan bildikçe, yaşadıkça öğrenecek ne kadar çok şeyi olduğunun farkına varıyor. Ben insanları seviyorum ve herkesin benden çok bildiği bir şey vardır diye düşünüyorum…
“eğer beni ödüllendirmek isterseniz bu bahçeye memlekete insanlığa hayırlı bir mektep yaptırın padişahım”
Biraz da Galatasaray Lisesinden bahseder misiniz? Güzel bir efsanesi var, bir de sizden dinleyelim…
Galatasaray lisesinin tarihi Gül Baba efsanesine dayanır… Evliya Çelebi’nin aktardığı üzere; II. Beyazıt (1481 – 1512) bir kış günü Galata sırtlarında avlanırken son derece bakımlı büyük bir bahçe içinde köhnemiş küçücük bir kulübe görür. Bahçede de nadide güller görür. Güllerin rengi efsaneye göre sarı ve kırmızıdır. Gül Baba padişaha da bu güllerden hediye eder. Kulübenin sahibi Gül Baba ile tanışan padişah, bahçeye gösterdiği özenden ve kendisini en iyi şekilde ağırlamasından dolayı Gül Baba’yı ödüllendirmek ister ve Gül Baba’da padişaha “eğer beni ödüllendirmek isterseniz bu bahçeye memlekete insanlığa hayırlı bir mektep yaptırın padişahım” der. Padişah da Gül Baba’nın isteğini gerçekleştirip, bahçeye devlet adamları yetiştiren bir okul kurar. Bu okul Galatasaray Lisesidir. Daha sonra zamanla bu okul değişerek bugünkü halini alıyor.
“Galatasaraylı arkadaşlarımı bir araya getirmek için yıllarımı verdim ve yine olsa yine yaparım…”
Sizde bir Galatasaray Lisesi Mezunusunuz. Galatasaraylılar camiasını bir araya topladınız…
Galatasaray Liseli olmak bir onurdur. Ben aynı zamanda Galatasaray Divan Kurulu üyesi ve Gatasaraylı Ablalar ve Ağabeyler Derneğinin Kurucusuyum…Bende hep bu onuru ve sevgiyi yüreğimde taşıdım. Galatasaraylı arkadaşlarımı bir araya getirmek için yıllarımı verdim ve yine olsa yine yaparım…
Mektuplaşmalar nasıl doğdu?
Galatasaray’ı bitirip iş hayatına girdikten sonra, kendimi yalnız hissettim. Yıllarca yatılı okumuştum, tüm çevrem okuldandı. Arkadaşlarımı özlemiştim. Okula gittim ve okuldan arkadaşlarımın adreslerini aldım. Evimde eski bir daktilo vardı ve mektupları onun ile yazıp gönderdim.  80 kişiye yazmıştım Bir restoranda yer ayarladım. İki kişi hariç hepsi geldi. Hep birlikte yemek yedik.
“Değişmiştik. Ancak birbirimizi görmekten mutluyduk.”
Eski arkadaşlar ile bir araya gelmek sizi nasıl hissettirdi?
Değişmiştik. Ancak birbirimizi görmekten mutluyduk. Buluştuğumuz arkadaşlarımız, diğer arkadaşlarına da haber vermişler. Bana bu arkadaşların isimleri de geldi ve hepsine mektup gönderdim. İkinci buluşmada sayımız 120 ye çıktı. Daha sonra herkese düzenli olarak mektup yazmaya başladım. Bir sayfalık mektubu üç ay sonra altı sayfaya çıkardım. Fotokopi ile çoğaltıyordum adresleri elle kendim yazıyordum. İşin içinde duygu da vardı.
Mektuplar gelmeye başlayınca ne oldu?
Arkadaşlarımın teşekkürleri takdirleri başladı. Çok mutlu olmuşlardı. O kadar güzel mektuplar geldi ki, eminim cumhurbaşkanı bile böyle güzel mektuplar almamıştır. Gelen mektuplar bana heyecan veriyor, daha istekli oluyordum. Bana gelen yazıları da mektuplarıma eklemeye başladım.
“Sadece bir mektup ile başlayan serüven ile Galatasaray adasını aldık… Toplantılarımızı artık burada yapacaktık.”
Sadece sınıf arkadaşları ile mi toplandınız?
Bir kişi, on bin kişi, yüz bin kişi olabiliyor. Sadece biz değil, bizim ağabeylerimiz de, bizden sonraki kardeşlerimiz de aynı yalnızlık içindeydi. Onlara da ulaştık. Galatasaray camiasının o zaman toplanacak hiçbir yeri yoktu. Daha Ali Sami Yen bile yapılmamıştı. Ancak dışarıda bir lokantada gidip yemek yiyebiliyorduk. Daha sonra 500-600 kişiye ulaştık. Yer bulamayınca Necdet Çobanlı adlı arkadaşımız bir arsa buldu. Aramızda para topladık. Bu şimdiki Galatasaray Adasıdır. Mustafa Vacit Yalman, Kemal Onar gibi beş altı kişi toplanarak bu adayı aldılar. Toplantılarımızı orada yapmaya başladık… Daha sonra tesislerimiz gittikçe artarak bugünkü halini aldı.
Seksen kişi ile başlayan toplantılarınız büyük kitlelere ulaştı…
Mektuplarda rekorum 3500-4000 adete kadar ulaştı. Böylece yıllarca 112 sayı çıkardım. Önceleri daktiloda yazıyordum. Sonra baskıya geçtim. Bir ara kurumsallaşsın diye bir şirket kurup dergiyi çıkarmamı tavsiye ettiler olmadı…
“Bir mektup binlerce kişinin hayatını değiştirebilir…”
Şimdi hala devam ediyor musunuz?
Eskisi gibi dergi şeklinde olmasa da arkadaşlarım ile iletişimimi mektuplarımı hiç kesmedim. Ben kendi imkânlarım ile belli bir yere kadar yetişebiliyorum. Arkadaşlarımın desteği ile pek çok engeli aştım. Biz güzel bir dayanışma örneği sergiledik ve bugünlere kadar geldik. Camiamızı kendi çabalarımız ile genişlettik. Bir mektup ile binlerce kişi bir araya toplandı. Sadece mektup deyip geçmemek lazım… Bir mektup binlerce kişinin hayatını değiştirebilir…

SPORDA BİR EFSANE CAN BARTU



Fenerbahçe… Yani Can Bartu… Fenerbahçe Spor Kulübü tarihinde adı iki dalda yazılan tek isimdir… Sinyor Bartu, Sinyor Turco… Teknik çalımları, zarif oyunu ve farklı duruşuyla İtalya’da unutulmaz olmuştur. Türk sporunun Avrupa kapılarını aralamıştır. Spordaki başarıları hep ilklerle anılmıştır. Farklıdır, örnektir Can Bartu… Duayen, artık spor yazarlığı yapıyor. İnceliyor, eleştiriyor, arkadan gelenlere ağabeylik yapıyor… Bu sayıda biz O’nu yazdık. Sinyor’a sorduk… O yine orta sahadaydı, biz kalede…
Can Bartu bir efsane… Spor hayatına nasıl başladınız?
Basketbol milli takımında oynuyordum. Milli Takım’da ve Fenerbahçe’de oynarken zaten spor dünyasında ünlü bir ismim vardı. Futbolda da milli takımda oynadım. Futbola başladığımda, futbol sahalarının çamurlu olmasından başka futbola hiçbir yabancılık çekmedim.
Basketbol takımının oyun düzeninde göreviniz neydi?
Basketbolda forvet oynuyordum. Benim boyum basket oynadığım zamanlarda 1.79’du. O zamanlar Türkiye’de uzun boylu oyuncu pek yoktu. Milli takımdaki en uzun adam Altan’dı. Onun da boyu 1.98 di.
Sizin zamanınızda basketbolda tanınmış isimler kimlerdi?
Turhan Tezol, Yalçın Granit, Altan Dinçer, Yılmaz Gündüz, gibi pek çok iyi oyuncu vardı.
Neden basketbolu bırakıp futbola geçtiniz?
Ben zaten önceden de futbol oynuyordum. Beni zorla futbola geçirmek istediler. Basketbol oynamayı tercih ediyor, basketbolu yapıma daha uygun buluyordum. Elegan, şık bir spordur basketbol. Kapalı sahada oynamak, futbola göre daha rahattır. Gelen tekliflerden sonra kendimi profesyonel futbolun içinde buldum.
Futbola profesyonel olarak ne zaman başladınız?
Profesyonel futbola 16-17 yaşlarında başladım. 18 yaşına geldiğimde başarılarımdan dolayı milli takımda oynuyordum.
Hangi isimler vardı sizin döneminizde önemli futbolcular arasında?
Suat, Baba Recep, Kaleci Turgay Özcan, Metin Oktay, Yeter vardı. Daha sonra İtalya’ya transfer oldum.
“O zamanın dev takımı  HYPERLINK “http://tr.wikipedia.org/wiki/Csepel_SC” \o “Csepel SC” WMFC Csepel’den kaleci Gratis ve Bozic soyunma odasına gelip, beni tebrik ettiler.”
İtalya’ya transferiniz nasıl oldu?
Fenerbahçe’de oynarken lig şampiyonu olmuştuk. WMFC Csepel de Macar Macaristan’da şampiyon olmuştu. Biz de   HYPERLINK “http://tr.wikipedia.org/wiki/Csepel_SC” \o “Csepel SC” WMFC Csepel’i 3-2  yendik. O maçta çok iyi bir performans sergilemiştim.  O zamanın dev takımı  HYPERLINK “http://tr.wikipedia.org/wiki/Csepel_SC” \o “Csepel SC” WMFC Csepel’den kaleci Gratis, Bozic soyunma odasına gelip, beni tebrik ettiler. Fiorentina’nın antrenörü Gudi de beni izlemiş. Beni o maçtaki oyunumdan dolayı Fiorentina’ya transfer ettiler.
Metin’in de Palermo’ya gidişi sizinle örtüşüyor değil mi?
Metin Palermo’ya gitti ancak kısa bir süre sonra döndü. Onun tuhaf bir nostaljisi vardır. Metin’i de rahat da bırakmadılar orada. Metin’in oyun tarzı Palermo’ya uygun değildi.
Metin Oktay ile İtalya’da aynı sezonda beraber oynadınız mı?
Takımlarımız maç yaptılar ama ben o maçta sakatlandığım için oynayamadım. Biz o maçta onları büyük farkla yenmiştik.
Kaç sene oynadınız Fiorentina’da?
Fiorentina’da 3 sene, Lazzio da üç sene bir sene de Venedik’te oynadım.
“Rüzgârdan korunmak için formalarımızın içine gazete koyardık.”
Günümüz futbolu ile ilgili neler söylüyorsunuz?  O günden bugüne futbolda neler değişti?
Öncelikle stadyumlar değişti. Sahalar değişti. Şimdiki sahalara bakınca insan imreniyor.  İtalya’ya da zemin o dönemde de şimdiki gibiydi. Ancak Türkiye’de balçık çamurun içinde futbol oynuyorduk. Ayakkabılarımız kötüydü. Çiviler ayağımıza batardı. Formalarımız da kötüydü. Dönemin Mithat Paşa Stadyumu’nda Gazhane ( o dönemde Dolmabahçe Sarayına aydınlatma amacı ile kurulan yapı) tarafından rüzgâr eser, kıyafetlerimizden içimize geçerdi. Rüzgârdan korunmak için formalarımızın içine gazete koyardık. Koşarken hışırtılar çıkarırdık. Yanımıza gelenleri gazete sesinden bilirdik… Geceleri sahalarda ışıklandırma yoktu. Toplar eskimesin diye iç yağında yağlandırılır, ağırlıkları 15 kilo olurdu. Top değil gülle ile oynardık.
Geçmiş dönemden hatırlıyoruz, Beşiktaş Şeref stadında hafta iki kez idman yapardı. İtalya’da nasıldı?
O dönemde İtalya’da her gün idman yapardık. Ancak haftada bir gün maç olurdu. Biz Türkiye’de haftada iki kez maç yapıyorduk. Cumartesi, Pazar oynuyorduk ve Çarşamba günü de kupa maçı oynuyorduk. Salı, Perşembe günleri de idman yapıyorduk. Tabi ki kupa maçı yoksa yine iki idman oluyordu.
Bu futbolunuza da tesir ediyordu herhalde… Fazla çalışamadan sahaya çıkıyordunuz…
Sahalar yapılıp, iyi antrenörler gelince ve lig fikstürü düzgün olunca futbol da değişti. Her gün antrenman yapılmaya başlandı. Sezon başında İtalya’da günde iki antrenman yapılırdı. Şimdi Türkiye liglerinde de bu şekilde idman yapılıyor.
“Fenerbahçe’de bizim star oyuncumuz yok.”
Günümüz Fenerbahçe’sinden, günümüz liginden bahsedelim.
Fenerbahçe’de bizim star oyuncumuz yok. Bir tane eli ayağı düzgün, iyi futbolcu yok. Sadece Gökhan Gönül ve kaleci Volkan Avrupa’da oynayabilecek düzeydeler. Diğerlerinin oynaması mümkün değil. Yabancı futbolcular  hariç… Bu bakımdan milli takımımızın bir şey yapması şansa kalmış durumda. Liglerimizde star oyuncumuz az.
Fenerbahçe geçen sene de şampiyonluğu finalde kaybetmişti. … Bu sene şampiyon oldu. Neler söyleyeceksiniz?
Fenerbahçe için önemli maçtı. Fenerbahçe’nin önünde iki örnek vardı. Birinde Trabzonspor ile burada beraber kalmış ve Bursaspor şampiyon olmuştu. Diğeri de Denizli maçıydı. 16 dakika uzamıştı.  Denizli maçında kalecinin sarası var zannettim. Afrika’da bir takımında kalecisiydi. İkide bir yatıyordu. Bu kadar çok yatar mı insan? Ve kaçan iki şampiyonluktan sonra bu sene şampiyon olduk. Bütün camia gibi bende çok mutluyum.
“Fenerbahçe’miz de bu sene şampiyon oldu herkes çok mutlu.”
Başkan Aziz Yıldırım için neler söyleyeceksiniz?
Fenerbahçe Başkanı diktatördür ama bu işi fevkalade iyi yapan bir adamdır. Bu kadar tesis yaptı. Stadyumu devletten bir kuruş para almadan yeniledi. Topuk yaylasında müthiş bir otel ve tesis yapılıyor. Beş tane ayrı okul yapıyor.  Fenerbahçemiz bu sene şampiyon oldu herkes çok mutlu.
“Trabzonspor’un ağlamasına hiç gerek yok.”
Gönüllerin şampiyonu Trabzonspor için neler söyleyeceksiniz?
Trabzonspor’un ağlamasına hiç gerek yok. Sezonun ilk devresinde dokuz puan öndeydi. İkinci sezon rezalet bir halde oynadılar. Şampiyonluğu kendileri kaybetti.
Sizce Fenerbahçe nasıldı?
İlk devredeki Fenerbahçe fevkalade kötü oynadı. Zaten Fenerbahçe’nin zaafı ve beceriksizliği orta sahasından kaynaklanıyor. Bir takımın orta sahası kötü olunca; isterse dünyanın en iyi forvetlerini alsın çalıştıramaz. İşte Fenerbahçe’de bu yok. Ne yaptılar? Eskiden koşamıyorlardı. Koşmaya, mücadele etmeye başladılar. Birazda şansları yaver gitti ve averaj ile öne geçtiler. Kaybeden Trabzonspor oldu. Dokuz puan öndeydi. Doğru dürüst çalışıp bu avantajını kaybetmeyecekti. Şimdi ağlamasının hiçbir gereği yok. En iyi mücadeleyi veren takımdı. Yedi tane maçı 88. dakikadan sonra kazanmış. Biraz da şansı da yaver gitmiş. Çok iyi oynadığından dolayı kazanmamış. Nasıl Fenerbahçe ilk yarıda rezalet bir oyun sergilediyse. Trabzonspor da ikinci yarıda dokuz puan avantajını, oynadığı bu rezalet oyun ile kaybetti. Hatayı biraz da kendine arasın. Trabzon’un başkanı benim arkadaşım. Fevkalade iyi bir insandır. Şenol Güneş maçta kalp krizi geçirecek diye korktum. O kadar stres halindeydi ki kenarda. Aykut Kocaman ise buz gibiydi.  Gol atılıyor tepki yok. Gol yeniyor yine tepki yok. Bu iyi bir şey değil. Takıma ruhunu vereceksin.
Yılmaz Vural’ı nasıl buluyorsunuz?
O biraz şovmen… Çok iyi bir çocuk… İyi bir antrenör… Onun talihsizliği de hep küme düşen takımlarda olması.
“Fenerbahçe farklıdır. Ya içinden bir adam gelecek ya da dışarıdan alacak”
Fenerbahçe’ye gelmek istiyordu. Gelemedi…
Fenerbahçe farklıdır. Ya içinden bir adam gelecek ya da dışarıdan alacak. Bugüne kadar hep dışarıdan adam almıştır.
Yabancı hoca hakkında şöyle bir düşünce vardı; Türk futbolcusu, Türk hocayı dinlemiyordu. Yabancı Hoca’yı dinliyordu.”Fatih Terim ve Mustafa Denizli bu düşünceyi aştı.
Aştı mı, aşmadı mı onu da bilmiyorum. Oyuncu, yerli hocanın üstünde bir futbol oynuyorsa, kariyeri ondan daha iyi ise, hocayı dinlemeyebiliyor. Yabancı hocadan ise çekiniyorlar.
Yabancı hocanın kariyerine bakmıyorlar…
Ondan daha iyi oyuncu olup olmadığı futbolcu için önemli olmuyor. Bilgi öne çıkıyor… Mesela Fatih terim Hakan’a jeep hediye edecekmiş, etmemiş büyük sorunlar olmuştu o zaman. Belki de Hakan bu yüzden Avrupa’ya gitti.
Beşiktaş’ın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yabancı ve iyi futbolcular var.
Bir takımda tek başına iyi bir futbolcu tabiî ki çok iyi bir güç… Ancak futbolcunun takımla beraber oynaması gerekiyor. Futbolcu takımın içinde maestro gibi olmalı…
Hagi gibi mi?
O dönemde Galatasaray’da çok iyi bir takım vardı. Orta sahası, defansı, kalecisi iyiydi. Taferel iyiydi. Brezilya milli takımındaydı. Popescu denilen adam Hagi’den daha önemli biriydi. Barcelona’nın takım kaptanıydı. Takım çok önemlidir. İyi oyunculara yardımcı olacak yetenekte oyuncuların da takımda olması gerekir. Aksi takdirde, iyi oyuncu yeteneklerini göstermek istiyor ve istediklerini yapamayınca daha çok sinirleniyor. Bütün bunları organize edecek kişi antrenördür.
“Yalnız hakem ile konuşan bir basınımız var. Herkes televizyona çıkıp hakemi eleştiriyor.”
Kötü giden maçlarda en çok hakem eleştirilir bu konuda ne demek istersiniz?
Bir de Türk futbolu için en önemli şey şudur; federasyon ve basın görevini bilmelidir. Yalnız hakem ile konuşan bir basınımız var. Herkes televizyona çıkıp hakemi eleştiriyor. Futbolcusu, antrenörü… Yurt dışında hakemi eleştiremezsiniz. Üç tane penaltı veriyor diye hakeme kızıyorlar ve “ben hayatımda üç tane penaltı görmedim” diyorlar. Senin oynadığın takımda penaltı yapılmamışsa hakem ne yapsın? Var ki veriyor. Ayrıca Top ile faulün bir alakası da yoktur. Bunu da karıştırıyorlar.
Bir misal verebilir misiniz?
Burada korner ve yan toplarda futbolcuyu tuttuğunuz zaman yasal oluyor. Faul verilmiyor. Bununda çözümü formaların lastikli olmasıdır. Formaları çekince uzayacak. Güreş oluyor, göğüs çaprazına giriliyor. Bunların hepsi fauldur. Porto’nun final maçını izledim. Kimse kimseyi tutmadı bile.
Tayfur Havuççu gelecek sene Beşiktaş’ın ağırlığını kaldırabilir mi?
Şansı varsa kaldırır. Tayfur da potansiyel var. Beşiktaş hep başka takımlardan ıskarta oyuncuları alıyor. Beni rahatsız eden şu… Bir sürü iyi oyuncu var piyasada son dönemleri gelmiş. Yurt dışından oyuncular bunlar. Ucuz diye bizimkiler alıyor. Sakatlandığı zaman aylarca maçta oynayamıyor
Fatih Terim’li Galatasaray neler yapar.
Bence iyi olur. Ancak şampiyon olamadım diye antrenörü göndermekte yanlış. Biraz sabırlı olmak lazım… Fatih Terim, kulübün üstüne çıkmaya çalışan bir adamdı. Ama şimdi olgulaşmıştır. Başarılı olacağını düşünüyorum.