19 Ocak 2011 Çarşamba

“ ADI AYŞE"



“Hayat ve Hüzün’de anlatıyorum kim olduğumu. Ayrıntıları merak eden kitapları okuyabilir ama kısaca tekrar etmek gerekirse; Türkiye’nin büyük şehirlerinde yaşayan tüm diğer kadınlardan fazla farkı olmayan biriyim. Çoluklu çocuklu, hayatını kazanmak zorunda kalmış, yaşamın kimi zaman gülümsediği, kimi zaman hoyrat davrandığı, yemeğini kendi pişiren, çarşıya alışverişe giden sıradan bir insan!”
                                                                         Ayşe Kulin                                                                                          

Romanlarınızda gerçeklik ve kurgu arasındaki oranı nasıl dengeliyorsunuz? Kurgu olarak yazdıklarınızın gerçek olarak algılandığı zamanlar oluyor mu?
Zaten romanlar da hayatı anlatmazlar mı? Her hayat bir romandır ve her romanda gerçek hayattan kişiler, olaylar hikâyeler vardır. Bilim kurgu yazarken dahi, tanıdığımız insanlar üzerinden betimleriz ana karakterlerimizi. 
Duru ve akıcı bir dil kullanmanız büyük okuyucu kitleleri tarafından takip edilmenizi kolaylaştırdı. Sizin tercihleriniz nelerdir?
Duru, akıcı, anlaşılabilen bir dildir, aynen benim kullandığım gibi. Ben her şeyin doğal olanını severim. İnsanın da, gıdanın da dilin de.
Çok satan kitapların yazarı olmak edebiyat çevrelerinde sizi pek çok eleştirinin hedefi yapıyor. İlk başta bu eleştiriler sizi yıprattı mı? Karşı tarafın da haklı olabileceğini düşündüğünüz zamanlar oldu mu?
Sadece benim için değil, her kitabı çok satan yazar için, ‘çok satan kitapların yazarı olmak gibi bir durum’ gerçekten var! Benim kitaplarımın yanı sıra, çok iyi edebiyatçıların eserleri de çok sattı. Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Adalet Ağaoğlu,  yoğun çalıştıkları dönemlerde çok okunan yazarlardı. Çok sattıkları için kötü yazar kategorisine mi sokacağız onları da? Yıpranmaya gelince, yıpranmadım. Karşı taraf haklı mı haksız mı diye beni düşüncelere sevk edecek bir eleştiri yazısı keşke yazılaydı.  Ama eleştiri değil sadece saldırı geldi. Beğenenin de beğenmeyenin de, saldıranın da canı sağ olsun!
 Size Türk romancıları sorsak; tarihimizden ya da günümüzde etkilendiğiniz isimlerden kimlerin adını verirdiniz?
Beni ortaokul sıralarında edebiyatla tanıştıran ve aramdaki sıcak bağı kuran rahmetli Nezihe Meriç ve Sevgi Soysal başta olmak üzere,  Adalet Ağaoğlu, Ayla Kutlu benim etkilendiğim, hayran olduğum yazarlardır.
Geçen gün bir yazarla röportaj yaptık. Kendisi bize “yazar hep bir yerlerden esinlenir”  dedi. Mesela bir kadın, bir adamdan… Siz nelerden esinleniyorsunuz?
Yaşadıklarımdan, etrafıma gördüklerimden, ben de iz bırakanlardan. Allahtan meraklı bir insanım ve bana ilginç gelen olayların ya da insanların izini sürüyorum. Örneğin, vefat eden diplomatların cenazelerine gelen İsrail heyeti dikkatimi çekti, araştırma sonucunda Türk Diplomatlarının 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa’daki Yahudileri kurtardığını öğrendim ve Nefes Nefese’yi yazdım. Fırat’ın üzerindeki köprü ilgimi çekince, hikâyesini dinleyip Köprü’yü yazdım. Bosna’daki savaş ve soykırım Sevdalinka’yı yazmayı ilham etti.
İlham kaynaklarınız nelerdir? Tıkandığınızı düşündüğünüz zamanlar için geliştirdiğiniz refleksleriniz var mı; açık havada bir yürüyüşe çıkmak ya da kendinize yaptığınız bir fincan Türk kahvesi gibi?
İlham kaynaklarım, derdi hiç bitmeyen yurdumun meseleleri. İnsan bu ülkede yaşarken konusuz kalmaz. Tıkandığımı düşündüğümde, yazmayı hemen bırakır kitap okurum.
Bazı haber kaynaklarında çok çalışmaktan kolunuzu sakatlandığınız yazıyor. Nasıl bir çalışma rutininiz var? Disiplinli ve sürekli mi çalışıyorsunuz? Yoksa romanı tamamladıktan sonra bir rahatlama sürecine girdiğiniz oluyor mu?
Sürekli ama disiplinsiz çalışıyorum. Sekiz torunlu biri disiplinli çalışamaz. Önceliklerim her zaman çocuklar ve ailem. Bu nedenle herkesin uyuduğu sabah saatleri, 6-10 arası en verimli zaman benim için. Bir kitap tamamlanınca, rahatlamak bir yana,  en kötü evreye girerim. Röportajlar, televizyon programları, imza günleri… Rahatım iyice kaçıyor ve benim açımdan hiç yaratıcı olmayan bir dönem başlıyor.
Başka sanat disiplinlerine ilginiz var mı? Mesela bir resim sergisini ya da bir Türk müziği konserini ilham kaynağı olarak aldığınız oluyor mu?
Müzik ve resim benim ilgi alanlarım, ilham alanlarım değil. On yıl boyunca Resim Heykel Müzeleri Derneği’nin Yönetim Kurulu’ndaydım. Özellikle çağdaş resimle sıkı bir ilişkim var. 5 yıl Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nin jurisindeydim. Her mevsim en az 40 oyun seyretmek zorunluluğu vardı. Sanat dallarını birbirinden ayırmak zaten mümkün olmuyor. Hepsi birbirinden beslenen disiplinler. Bir de şunu söyleyeyim, iham öyle bir köşeden, bir besteden ya da bir tuvaldeki fırça darbesinden belirivermiyor. Oturup çalışıyorsunuz saatlerce, günlerce. İlham dediğiniz, sabırla çalışmaktır.
Günümüz Türkiye’sini ve içinden geçtiğimiz süreci tanımlamak istersek hangi kelimeleri daha çok kullanırdınız?
Şizofrenik.
Siz de Başbakanın yazarlarla yaptığı kahvaltıya katılmıştınız. Hükümetin son dönem açılımla ilgili çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz.
O açılıma çok destek vermiştim. İlk kez bir iktidar masa başında uzlaşma yoluna gidiyor diye sevinmiştim. Ne yazık ki sonunu getiremediler. Seçim öncesinde açılım yapmak kolay değil, neticeyi görmek için seçim sonrasını bekliyorum.
Leyla Zana’nın biyografisini yazmak istemiştiniz. Bu düşüncenin arkasındaki temel motiveniz neydi?
Hapse atılmış bir kadın milletvekilinin hayatı kime ilginç gelmez ki!  Benim bilmediğim, tanımadığım bir coğrafyayı ve o bölgenin yaşam tarzını da temsil de ediyordu üstelik. Ne yapalım, nasip değilmiş. 
Sizce İstanbul ya da Ankara gibi büyük şehirlerde yaşayan yazarların doğuya bakış açısında kör noktalar var mı? Oryantalist bir bakış açısıyla gerçeklerin bütününden uzaklaşıldığı oluyor mu?
Doğuyu görmeden, orada yaşamadan Türkiye’yi anlamak ve resmin bütününü görmek mümkün değildir. Doğuya dair yazmak isteyenlerin önce o coğrafyada bir kış geçirmeleri gerekiyor. Oryantalist bir bakış açısına değil çok realist bir bakış açısına sahibim. Kürtlerin yaşadığı bölgede orta çağı yaşamakta direnen insanlar da var, kendini çok geliştirmiş insanlar da var.  
Bazı yazarlar kitaplarının tanıtımı için reklam ajanslarıyla birlikte çalışıyorlar, profesyonel bir PR çalışması gerçekleştiriliyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsteyen istediği gibi tanıtım çalışması yapar. Bizdeki mesele şuradan kaynaklanıyor, tanıtım için para gerekli. Sonuçta parası olan ya da arkasında parayı bastıracak grubu, cemiyeti olan yazarlar haliyle öne çıkıyorlar ve bu,  iyi yazdıklarını ama gerekli tanıtımı yapamadıklarını düşünenlerde bir burukluk oluşuyor. Adalet nerede var ki, yazarlar arasında olsun? Bu durumu da kabullenmek lazım!
Sizin de takip ettiğiniz çok satan yazarlar var mı?
Ben gündemdeki meslektaşlarımın yeni çıkan kitaplarını mesleki bir merakla okumaya çalışırım. Çok satıyorlar diye, bir Ahmet Ümit’i, bir İskender Pala’yı, bir Ece Temelkuran’ı okumayacak halim yok, herhalde! Keyifle okuyorum hepsini.
Kitabınız basıldıktan sonra satış rakamlarıyla ilgileniyor musunuz? Yoksa kitap basıldıktan sonra tek odağınız gelecekteki projeler mi oluyor?
Hiç ilgilenmiyorum, ilgilenmeye kalksam anlamam da zaten. Benim kafam, Hayat’da yazdığım gibi rakamlara basmaz! Bu işleri benim için Barbaros Altuğ takip ediyor. Ben sadece yazmakla ve okumakla meşgulüm
Son dönemde Osmanlı Tarihi’ne oldukça fazla ilgi var. Bu ilgiyi ve son zamanlardaki gelişmeleri takip ediyor musunuz?
Muhteşem Yüzyıl dizisine yapılanları hayret ve ibretle izliyorum. Bir dizi kaldırılsın diye sancak ve bayrak altında yürümek için çıldırmış olmalı insanlar. Siz bir de bu diziye onca yatırımı yapan kişinin halini düşünün! Onca emeği düşünün! Biz toplum olarak hiç  mi büyüyemeyeceğiz acaba?
Sizin de aklınızdan bir gün yakın tarihten sıyrılarak 15-16.yy Osmanlı Dönemi’ni anlatan bir kitap yazmak geçiyor mu?
Geçiyor idiyse bile, Muhteşem Yüzyıl’a yapılanlardan sonra vazgeçtim.

8 Ocak 2011 Cumartesi

ZAMANI DURDURAN ADAM - EDİZ HUN


Yeşilçam’ın unutulmaz aktörü, Ses Mecmuasının açtığı bir yarışmayla sinema hayatına başladı. Kısa sürede başarılı oyunculuğunun yanında, beyefendi duruşuyla hepimizin kalbinde büyük bir yer edindi. Filmlerini defalarca görmüş olmamıza rağmen, yine izlemekten kendimizi alamadığımız Ediz Hun; başarılı bir sanatçı olmasının yanında, bir bilim adamı ve siyasetçi. Saygı duyulacak pek çok sıfatı isminin önüne getirebilmiş bir sanat adamı... Dudaklarından dökülen kelimelerin derin anlamaları ise, Ediz Hun’u, Ediz Hun yapan felsefenin temel taşları...
"Seviniz, öğreniniz ve öğretiniz. Ölmezliğin kutsal yolunun dikenli ve yokuşlu oluşundan korkmayınız. Ölmezlik, umduklarınıza kavuşmakta değil; insanlara ve insanlığa beklediği sevgiyi sunabilmekte saklıdır. Hayatta şöhret geçicidir. Servet ise; bir şey ifade etmez. Ehemmiyet arz eden, insanlara eş olabilmek, onların dostluğunu 
kazanabilmektir."

Sizinle kısa bir zaman yolculuğu yapalım... Sinemaya nasıl başladınız?
Kimileri buna kader der, kimileri de tesadüf... Almanya Wuizburg’da Diş Hekimliği okuyordum.  İstanbul’a tatile gelmiştim. 1963 senesinin Temmuz ayıydı. Büyükada’daki villamızda, babamın arkadaşları ile oturuyorduk. Acar Filmin genel müdürü Sabahattin Sürmeligil de oradaydı. Oyuncu seçmeleri için yarışmalar yapıldığını ve benimde yarışmalarda şansımı denememin iyi olacağını söyledi.
Size bu öneri sunulduğunda nasıl karşıladınız?
Ayhan ışık ve Göksel Ersoy ‘un sinemada olduğu zamanlardı. Ben daha 22 yaşındayım. Şansımı denememi istediklerinde, bir sakınca görmedim, genç biri için değişik bir deneyim olacağını düşündüm.
Hangi yarışmaya başvurdunuz?
Ses Mecmuasının bir yarışması vardı. Ses, bizim zamanımızda önemli bir dergiydi.  Ben de fotoğraflarımı çektirip, Ses Mecmuasına gönderdim. Çetin Emeç’ten 15 gün sonra mektup geldi. Mektupta “İlk elemeleri kazandınız. Divan yolundaki merkezimize sizi bekliyoruz” yazılıydı. Olumlu cevap geleceğini tahmin etmemiştim, çok şaşırdım.
Yarışmaya katıldınız. Yarışmada sizin dışınızda kimler vardı?
Yarışmada Tunç Oral, Ertuğrul Akbay vardı. Ertuğrul Akbay, bildiğiniz Gölge Adam. Süleyman Turan, Hülya Koçyiğit, Ajda Pekkan da oraydı.
Yarışma nasıl sonuçlandı?
Divan yolunda, sonuçlar hemen belli olmadı. Bize daha sonra farklı bir mektup daha geldi. Mektupta “Sizleri yarışma için, Bayramoğlu’ndaki plajda bekliyoruz” yazılıydı. Yarışmada 6 film şirketi vardı. Kazananlara, birer film garanti ediyorlardı. Film başına 12.500 TL  veriyorlardı. O dönemde çok iyi paraydı. O paranın üç katı ile Mercedes alabiliyorsunuz.
Değişiklik olsun diye katıldığınız yarışma, sizi farklı bir hayata sürükledi.
Benim kazanmak gibi bir iddiam yoktu. Özellikle de, atletik yapılı gençleri gördükten sonra... Ben ince yapılı biriyim, sadece omuzlarım geniştir, dereceye girmeyeceğimi düşündüm. Ertuğrul ise iddialıydı ve zaten önü de açık oldu. Kızlarda Ajda Pekkan, erkeklerde de ben seçildim.
Seçilince tepkiniz nasıl oldu?
İsmim okununca çok şaşırdım. Bizim ailede, sinema ile ilgilenen hiç olmamıştı. Babam makine mühendisi, annem ise felsefe öğretmeniydi. Sanattan hoşlanırlar. Hatta annem resim çizer ama sinema ayrı bir konu. Hiç düşünmemiştim. Sadece yarışmada güzel vakit geçiririm, birkaç insanla tanışırım zannediyordum. Böylece sinemaya adım atmış oldum.
Yarışmadan sonra da film çekimleriniz başladı. İlk filminizden biraz bahseder misiniz?
İlk filmimin adı Genç Kızlardı... Genç kızlar dediysem, yanlış anlamayın sakın, filmde genç bir kızı oynamadım. Bir kız lisesinde, öğretmen rolündeydim. Bedia Muvahhit de okulun müdiresi. Türkan Şoray ile Hülya Koçyiğit’in ilk ve son kez kez birlikte oynadıkları filmdir, Genç Kızlar...
İlk film setinizde sizi neler bekliyordu?
Sete girer girmez elime, Bond çanta verdiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Sınıfta bir sürü kızın karşısına geçirdiler. Kalakaldım. Kızlar da benim o halimden anlamış olacaklar ki; kıkır kıkır gülmeye başladılar. Kamera karşısında tecrübeniz yoksa kasılıyorsunuz. Sete girer girmez de çekimler başlamıştı.
Filminiz başaralı oldu ama...
Film başarılı oldu ama ben filmi seyrettiğimde, kendimi beğenmedim. Kaskatı duruyorum sahnelerde, rahat değildim. Nasıl poz  vereceğimi bilmiyordum.  Filmden sonra bir daha aynı duruma düşmemek için, Süleyman Turan ile Şilede, Adalarda eve kapandık ve çalışmaya başladık. Senede 9- 10 film çeker olduk ve 73-74 senesine kadar geldik.
Günümüz sinemasından, eski Türk filmlerindeki duyguyu alamıyoruz. Bunun sebebi nedir?
Biz hissederek oynuyorduk. Bir aşk sahnesi çekerken, gerçekten âşık oluyorduk. Bizim dönemimizdeki gibi oyunculuk artık kalmadı. Hatta o zamanlar sinema, şimdiki kadar kolay da değildi. Filmlerin sahnelerini beğenmeyince tekrar edemiyorduk. Sahnenin iyi olup olmadığını görebilmek için, filmlerin banyo edilmesi, montajlanması gerekiyordu. Şimdi monitör diye bir alet var ve sahneleri izleyip değiştirebilme imkânınız var.
Yeşilçam filmlerinde görüntü kadar ses de önemliydi? Halkı, filmlere oyuncuların dışında sesleri de çekiyordu?
Sesin ve görüntünün senkronizasyonu çok önemli. Siz bir erkeği ya da bayanı beğenebilirsiniz ama sesi kötüyse; izlemezsiniz. Bizim zamanımızda seslendirme vardı, kendi sesimizle konuşturmazlardı.
Sizleri kimler seslendiriyordu?
Hayri Esen, Abdurrrahman Palay , Toron Karacaoğlu ... Toron, Cüneyt Arkın’ı seslendirirdi. Abdurrahman, daha sonra işi dejenere etti. “Nayır, nolamaz” gibi kelimeler kullanmaya başladı. Bilhassa bunu Cüneyt’in filmlerinde yaptı. Ben, onun yaptıklarını hiç tasvip etmedim. İşi yapacaksan düzgün ve adabıyla yapacaksın.
Sizin sinemaya ara vermeniz hangi döneme denk geliyor?
Ben evlendikten sonra Yeşilçam, yavaş yavaş kendini yemeye başladı. Bir takım maceraperestler ortaya çıktı. Bu maceraperestlerin filmlerinde de, 3 kuruşa tamah eden oyuncalar oynadılar.
Şimdi bu kişiler ne yapıyorlar?
Bu insanlar, hala Türkiye’de önemli yerlerde, bir sanatçı olarak değer görmekte ve takdir edilmekteler. Bu kişiler, Türk Sinemasının batışına sebep oldular. Açık saçık filmlerde fütursuzca çalışmış olmalarına rağmen, önemli firmaların reklam kampanyalarını, yine bu kişiler yönetiyor. Bir insan hayatı ile şeref duyarak yaşamalı.
Sinemanın ustası, usta oyuncu gibi isimlerle de karşımıza çıkıyorlar.
Seyirci tabi onları başka türlü tanıyor. Bizim halkımız, geçmişi ve yapılanları çok çabuk unutuyor. Bu kişileri, bir idol haline getirdiler. Bu insanlar, sizin seyredemeyeceğiniz filmleri çektiler. O zamanlar, bende Berna ile evliydim. Kızım Bengü ise, bir yaşındaydı. İyi filmler artık çekilmez oldu. Açık filmler furyası aldı başını gitti. Dedim ki; “Ediz bu iş bitti. Sen yeni bir yola çık.”
Yeni seçtiğiniz yol sizi nereye götürdü?
Ben çok azimli bir adamım. Şu anda Üniversiteye girsem birincilikle bitirebilirim. Yurt dışındaki belli üniversitelere başvuru yaptım. Bütün resimlerimi topladım ve bir zarfa koydum, “Türkiye’de tanınmış bir sanatçıyım ama aynı zamanda biyolojik çalışmalarımda var” yazarak üniversitelere gönderdim. Dünyada ilk defa iguana-iguana adlı büyük kertenkeleyi ben ürettim.
Bu çalışmalarınıza karşılık üniversitelerin cevabı ne oldu?
İlk Oslo’dan kabul ettiler . Üniversitenin evliler yurdu da vardı. 1976’nın ağustosunda Norveç’e gittim. Norveç’de dil kursuna başladım ve birincilikle bitirdim. Üniversiteye başladım. İlk başlarda, dil konusunda kursta birinci olmama rağmen, zorlandım ama sonunda başardım. Üniversiteyi ikincilikle bitirdim.
Size yurt dışından hiç teklif geldi mi?
Londra’dan geldi. Yapımcı beni aradı ve “acaba buraya, bir deneme filmi için gelebilir misiniz?” dedi. Avrupa'da, “Ediz gel, başrolde oyna” demezler. Ne kadar başarılı olursanız olun, bir deneme filmi çekmek isterler. Ayrıca; İngilizce de bilmek gerekir.
Siz ne cevap verdiniz?
Dedim ki; “Çok teşekkür ederim ama ben Oslo’da üniversite okuyorum”. Yapımcı, arkeoloji ya da sanat tarihi okuduğumu zannetti. Biyokimya okuduğumu söylediğimde, oldukça şaşırdı. Okula yeni başladığım için gelemeyeceğimi, ama daha sonra farklı projelerde beni tekrar arayabileceklerini ilettim. İngilizler de nazik insanlar, “peki teşekkür ederiz” dediler. Sonra tabi bir daha ne aradılar, ne de ben böyle bir şey düşündüm. Bir işe girdiğin zaman; onu bitirmelisin. Bende üniversiteye başlamıştım ve bırakmak istemedim. Hayatta birçok tesadüfler var. Ya değerlendirirsin ya da değerlendirmezsin.
Dönünce neler yaptınız?
1985 de Duygusal filmlerin yönetmeni Orhan Aksoy ile Reşat Nuri Gültekin'in "Acımak" adlı çok önemli bir eserini çektik... Türkiye'de ihanet, hiçbir zaman affedilemeyen bir mesele olduğundan; o zamana kadar “Acımak” hiç filme alınmamıştı. İlk kez çekilecekti. Film de başrol oynayan kişiye, karısı ihanet ediyordu. Bir jöne ihanet olamazdı ama biz Orhan'la "Acımak" adlı eseri yedi bölüm olarak çektik. Dizi TRT’de oynadı.
Halk nasıl bir tepki gösterdi bu diziye?
Filmin sonunda çocuk ölüyordu. Sabaha kadar telefon susmadı, “Ediz bey, ölmediniz değil mi?” diye. Biz Türkler çok duygusal bir toplumuz, hasletlerimiz var, çok hassas ruhluyuz.
Daha sonra dizi çalışmalarınız oldu mu?
Acımak dizisinden sonra, Osman Sezer'le bir kaç dizi çalışması daha yaptık. Ama artık çok fazla çalışmıyorum. Geçen sene, bestekar Zeki Müren'in son 15 günü yansıtan,  belgesel niteliğinde “Çığlık çığlığa, sevda” adlı bir film çektik. Film, henüz sinemalar da oynamadı.
 Dizilere devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Ben profesyonel bir sanatçıyım. Dizilerde çalışmam çok zor, çünkü; pazartesi günleri gazetedeyim, salı günleri Bahçeşehir Üniversitesi’ndeyim, çarşamba günleri Okan Üniversitesi, perşembe günü seminerler, toplantılar oluyor. Bu sömestra kadar Maltepe Üniversitesinde Sinema Oyunculuğu ve Türk Sinema Tarihi dersi veriyordum. Dolayısıyla çok yoğunum.
Sizin bir de siyasi bir döneminiz var. Nasıl başladı siyaset?
Tesadüfler... 1996 yılının başında Erdal Aksoy o zamanlar ANAP'ın İstanbul İl Başkanıydı. “Yeni bir kuruluş içindeyiz, sizlerinde aramızda görmek istiyoruz” diyerek beni partiye davet ettiler. Şerefle kabul ettim. İl Başkan Vekilliğini ve Kültür Sanat ve Çevreden Sorumlu Başkanlık görevini verdiler. 196 ve1999 yılları arası bu görevlerde bulundum.
Sinema aktörüydünüz? Sizi siyasetçi olarak ta algılayabildiler mi?
Algılayabiliyorlardı. Çünkü benim çevreyle ilgili çalışmalarımı biliyorlardı. 1983’den itibaren Marmara üniversitesinde, hem doktora talebelerine, hem de lisans talebelerine hocalık yapmaya başlamıştım. Çevrenin çok önemli olduğunu, doğal değerlerin korunmasını bununla ilgili hizmetim olacağını söylüyordum. Yani kendimi tanıtmak istiyorum. Ve daha sonra seçimlerde, Mesut Bey beni 4.sıraya koydu.
Meclisten beklentileriniz farklıydı...
Bir takım görevler olarak farklıydı. Bülent Ecevit kendi grubuyla çalışmak istediğinden, beni Çevre Komisyonu Başkanlığı’na getirdiler. 2 senelik çalışmalarımdan sonra, Genel Başkan Yardımcılığına getirildim. 
Yeniden siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?
Birçok teklif geliyor tabi. Henüz daha kararımı vermiş değilim. Türkiye ye hizmet edebilirim ancak kültür ve sanat konusunda... Siyaseti gençler yapsın. Meclise giriş yaşının indirilmesi için bir çok çalışmalarım oldu. Siyasette gençlerin önü açılmalı. Nihayet bu seçimlere 25 yaşındakiler de katılabilecek.